Sunday, 12 December 2010

Nöbetten türlü türlü notlar... (Vol. 2)

İtiraf edeyim ki, şu nöbet olayından artık sıkılmaya başladım. Başta öğrencileri yakından tanımak açısından iyi gibi görünüyordu gözüme, ama zamanımın çok önemli bir kısmını ayırmam gereken büyük bir külfet haline gelmeye başladı.

Aslında bu sıkıntının en büyük sebebi dört günde bir nöbetin bana gelmesi sanırım. Eğer nöbet tutan öğretmen sayısı fazla olsaydı ve haftada sadece bir günümü bu işe ayırmam gerekseydi bence bu kadar çabuk sıkılmazdım.

Fakat söz verdiğim gibi, bu işi yürütebildiğim yere kadar yürüteceğim. Her ne kadar soğuk algınlıklarım ve ses kısılmalarımın önemli bir parçasına bu nöbetler sebep olsa da…

Şimdi gelelim geçen hafta, yine bir nöbet esnasında birkaç kız öğrenciyle girdiğim ilginç diyaloga.

 

Kendi sınıf öğrencilerime Rehberlik etkinlikleri kapsamında dağıttığım otobiyografi kağıtlarını toplamama bir gün kalmıştı. Yurtta kalan bir kız öğrencim otobiyografi kağıdını alıp yanıma geldi ve:

“Hocam ben yarın otobiyografi kağıdımı size vericem ama sizden başka okuyan olucak mı o kağıtları?” diye sordu. Ben:

“Sınıf öğretmeniniz olarak ben okuyacağım, bir de belki Rehberlik öğretmeni okuyacak. Neden sordun?” dedim.

“Hocam ben o kağıda çok etkilendiğim ve uzun zamandır kafamı kurcalayan bir şey yazdım. Ama bunu okul idaresi okur diye çok korkuyorum. Silsem mi diye çok düşündüm, ondan önce size anlatsam olayı siz karar verseniz olmaz mı?”

“Senin başından geçen bir şeyi yazıp yazmamana ben karar veremem. Bu kararı senin vermen gerekir, ama için rahat edicekse bana anlatabilirsin.”

“Nasıl başliyim bilmiyorum ama hocam, şimdi benim arkadaşlarımdan birine ilköğretimdeyken öğretmenlerinden biri, Atatürk’le ilgili bir video izletmiş. Bu videoya göre, Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda ölüyor. Onun yakın arkadaşları ve komutanlar savaşın duraklamaması ve halkın Atatürk’e olan inancını yitirmemesi için yerine ona çok benzeyen birini getiriyorlar. İlk Atatürk çok iyi yürekli ve dinine düşkün bir müslümanken, bu yeni Atatürk hıristiyanmış, kötü kalpliymiş ve çok fazla içki içiyormuş. Hatta cumhuriyet kurulduktan sonra bir sürü dindar kişiyi katlettirmiş. Sonra kendisi de içkiden ölmüş.”

Ben bunları ağzım açık dinlerken, yanındaki diğer arkadaşı söze karıştı:

“Hocam ben de duymuştum böyle bir şeyi. Buralarda bir sürü öğretmen böyle şeyler anlatıyolar öğrencilere. Bi tanesi de demişti ki bize, Atatürk’ü toprağa gömmemişler de Anıtkabir’de betonların içine yerleştirmişler çünkü çok kötü bir insan olduğu için Atatürk’ü toprak kabul etmemiş.”

Bunun üzerine daha da hayretler içinde kaldım tabi. Hani yüksek düzeyde din bilgisine sahip olsam filan, diyeceğim ki, “Toprağın altındaki kabir, ahret gününe kadar iyiler için cennet, kötüler için de cehennemdir.” Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinden kalma yarım yamalak bilgilerimle, ama sadece ifadesizce dinlemeye devam ettim. Sonra ilk konuşan öğrencim:

“Hocam hani otobiyografi kağıdında ‘hayatınızda sizi en çok etkileyen şeyi anlatınız’ diye bi bölüm var ya, o kısma ben bunu yazdım çünkü bu anlatılanlar beni çok etkiledi. Biz Atatürk’ü müslüman biliyoduk, o yüzden ben bi öğretmenime sordum bunu, ‘Atatürk gibi içki içen, sigara içen bi insan nasıl müslüman olabilir sence?’ dedi. Kafam çok karıştı hocam, bize kitaplarda anlatılan Atatürk hep iyi, dürüst, adaletliydi.”

Bunun üzerine artık söz sırası bana gelmişti. Öğrenciye dönüp önce şunu sordum, “Atatürk’ün müslüman olup olmaması seni neden bu kadar düşündürdü? Neye inandığı ya da inanmadığı onun özgürlük için savaşmış olduğunu değiştirir mi?”

“Hayır ama hocam o videoda Atatürk’ten çok kötü bahsedilmiş.”

“Önemli olan o videoda neden bahsedildiği değil, senin neye inanmak istediğin bence. Mesela bana göre Atatürk’ün hangi dine inandığı, inançlı olup olmadığı önemli değil, çünkü inanç bireyseldir insanın kalbinden gelir ve bunu değiştirmek o kadar da kolay bir şey değildir. Diyelim ki Atatürk hristiyandı, ama bu onun, bu özgürlük için savaşmasına, mücadele etmesine engel oldu mu? Olmadı. Bi de şöyle düşün; Atatürk çok içki içiyorsa bile bu onun müslüman olmasına neden engel olsun ki? Sonuçta islamiyette herkesin kendi günahlarından sorumlu olduğu söylenmez mi? Toprağın herhangi bir insanı kabul etmeme gibi bir lüksü de yoktur. Toprak canlı bir varlık değil ki seçme şansı olsun. Şayet öyle bir durum olsaydı toprağın kabul etmeyeceği milyonlarca cani şu an toprağın altında yatıyor olmazdı…”

 Yarım saat kadar bu konu hakkında konuştum, bu konuyla ilgili fikrimi elimden geldiğince öğrencilerin anlayacağı dilden anlatmaya çalıştım; ve hayatımda ilk defa Atatürk’ü savunmak zorunda kaldığımı fark ettim sonra… Ne tuhaftı bir öğretmenin bu tür şeylerle öğrencilerin beynini yıkamaya çalışması, kendi düşüncesini bu kadar doğrudan empoze etmeye çalışması. Ben de düşüncelerimi kimi zaman yansıtabiliyorum ama doğrudan propaganda yapmak aklıma hiç gelmedi. Hatta neden bilmem, siyasi fikirlerimi mümkün olduğunca açığa çıkarmamaya çalışıyorum. Belki ben de hayatının en karmaşık dönemini yaşayan bu çocukları kötü yönde etkileyeceğim, ya da anlattığım şeyleri yanlış anlayacaklar kim bilir… O öğrencimin bu olaydan ne kadar etkilendiğini görünce yaptığımın çok da yanlış olmadığını fark ettim. Çünkü eğitimde önemli olan öğretmenin mesajı vermesidir, eğer öğrenci yeterince ilgiliyse mesajın kaynağını bulacak, ne demek istediğini anlayacaktır. Daha fazlasını yapmak beyin yıkamaktır bana göre.

 O akşam öğrencilerin yatma saati gelene ve yurttaki tüm kontrolleri yapıp uyumaya hazırlanana kadar bu konuyu düşündüm. Bir yandan gülüyordum şu “Atatürk’ü toprağın kabul etmemesi" meselesine, çünkü öğrenci anlatırken ciddi pozisyonda dinlerken gülmemek için kendimi sıkmıştım.

 Acaba bu konuyla ilgili videoyu kimler hazırladı diye düşünmeden edemiyordum da. Bu nasıl büyük bir kindir anlayamıyorum. Bunu yaparak nereye varmak, neyin intikamını almak istiyor bu çok muhterem öğretmenler hala merak içerisindeyim…

Ertesi gün aynı öğrenci bana kağıdını teslim ederken, “Dün beni dinlediğiniz için teşekkür ederim hocam, anlattıklarınız sayesinde artık bu konuyla ilgili şüphe kalmadı kafamda.” dedi. Halbuki ben bir şey anlatmamıştım bile, sadece inançlarla ilgili kendi kanılarımdan bahsetmiştim o kadar. Demek bu kadarı bile onu etkilemeye yetmiş. Daha da önemlisi içini rahatlatmış. Birden mutlu oldum…

Ama gerçekten mutlu oldum, bu sefer ilacın etkisiyle falan değil ha!

 

No comments: