Sunday 25 December 2011

mim gelmiş hoşgelmiş

Çok saygıdeğer toprak abimiz beni unutmamış,  OYUN ÇOCUĞU adlı naçizane blogunda mimlemiş. Mim sorusu cevaplamakta pek iyi sayılmam ama bir kez daha denemek istedim toprak abimizin (yaşına hürmeten) hatrına.

Bu mim'in konusu 2012 yılından beklentilerimiz arasından 12 tanesini yazmaca imiş. Açıkça söyliyim benim kendi adıma bir beklentim yok, çünkü son 4-5 yıldır her yeni yıl beni hayal kırıklığına uğratarak terketti. Ama sanırım çevrem ve insanlık adına temenni ettiklerimi sıralayabilirim.

  1. evvela içerisinde bulunduğumuz adaletsiz, sömürgeci, yağmacı düzenin bu yıl son bulmasını umuyorum (imkansız olabilir ama en nihayetinde bir temenni).
  2. Yaşar, Metin, Mihrican ve Tugay'ın tez elden özgürlüklerine kavuşmalarını diliyorum. Hatta mümkünse doğum günüme yetişsinler. (Gerçi süre kısıtlı olduğu için pek mümkün görünmüyor şu an) Birlikte kutlayabileceğimizden değil (olsa ne güzel olurdu aslında), ama onların özgür olduğunu bilmek bana ikinci bir mutluluk getirecek.
  3. AKP'nin ileri gelenlerinin toplu halde ebediyete intikal etmelerini diliyorum (kim olduklarını bilirsiniz) çünkü malum zatlar olmazsa parti bir daha kendini toparlayamaz gibi bir kanıdayım.
  4. Serdar Ortaç'ın müziği bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmesini ve orada, etliye sütlüye karışmadan kendi domateslerini, biberlerini yetiştirmesini diliyorum.
  5. BJK'nin şampiyon olmasını istiyorum. Kıyamet kopmadan şöyle ağız tadıyla Çarşı taraftarı sloganları atalım.
  6. kişisel olmayacaktı ama çok önemli bu: 10 ekim'den beri yakamı bırakmayan boğaz hastalığımdan yeni yılda kurtulayım artık.
  7. eğitim ve sağlık parasız olsun. halk, en temel hakları üzerinden sömürülmesin artık.
  8. eğitim fakültelerinde revizyona gidilsin, ülkenin en amsalak adamları öğretmen olamasın. bilişsel ve kültürel birikim açısından bir alt sınır belirlensin öğretmen adaylarına.
  9. cemaat yurtları kapatılsın. yeni bir "28 şubat" süreci yaşayalım demiyorum ama beyni yıkanmış öğrencilerle uğraşmaktan yoruldum daha şimdiden.
  10.  Acun Ilıcalı henüz keşfedilmemiş bir ada filan varsa gitsin oraya yerleşsin, o itici konuşma tarzı ve fazlaca şişirilmiş özgüveninden bizi mahrum bıraksın.
  11. 2012 yılı gelirken yanında Marduk'u da mutlaka getirsin, sakın ha unutmasın!
  12. son olarak da... aslında bunu içimden söylesem daha iyi sanki.

Benim 2012'den beklentilerim bunlar, her ne kadar bir çoğu fazla ütopik olsa da. Sonuçta 2011 için de gerçekleşmeyeceğini bile bile birçok şey dilememiş miydik?

Thursday 22 December 2011

Ne desem eksik, ne kadar sussam fazla

"yok olmuyor, istemekle bitmiyor"


Jehan Barbur - Öylesine

Tuesday 13 December 2011

Daha "17"ydi

Irkçı katillerin çocuk sayıldığı ülkemin şanssız çocuklarından yalnızca biri.
Erdal Eren
25 eylül 1964 - 13 aralık 1980


Yaşını büyütüp astılar Erdal Eren'i,
Yaşını bahane edip yargılamamak için Kenan Evren'i...

Wednesday 30 November 2011

Kasım biterken

Eli böğründe yaşamak nasıl bir olguymuş, neye benziyormuş, hangi organları, boğasıya kadar çepeçevre sarıyormuş öğrendim.

Bir iyi haber, bir mutlu beklenti için tir tir titriyormuş insan, eciş bücüş hırkasının yakasını sıkan yumruklarını gırtlağına bastırırken. Çünkü o "durum"u, içinde barındırdığı her iyi veya kötü getiriyle kabul ediyor ya, hatta onunla ilgili tek lüksü en azından ara sıra dünya gözüyle görmek oluyor...

İşte bu sebepten yüreğim ağzımda bekledim en ufak bir güzel haberi. "Varlığıyla yokluğuyla dert yaratan"ın, yokluğunun; yokluğuna sebebiyet verecek olağanüstü bir durumun, varlığından daha fazla acı verdiğini farkedişim de bu döneme denk geliyor.

Neden ille de "orada" olmak isteyişimi artık daha iyi anlıyorum. Acılardan beslenmek değil bu, çünkü minicik bir şey var onda beni mutlu eden; mutsuz eden bir dünya şeyin yanında o minicik şey ne kadar da parlak, ne kadar da berrak, dupduru... Sanki onca zaman hiç üzülmemişim gibi, her gidişin dönüşünde hem kendime, hem ona ana avrat sövmemişim gibi. Nedir o ufacık şeyin sırrı? Ve hatta nedir o mini minnacık şeyin kendisi?

Şimdi bunu sorgular oldum ve cevaplarım, sanki zihnime geldiği anda bir kara delik tarafından yutuluyormuşcasına terk ediyor beni. Zihnimi en çok meşgul eden bu iken, buna yoğunlaşamamanın yarattığı siniri her hücremde hissediyorum da yine de ayamıyorum gerçeğe...

Soyutun somutla cebelleştiği yüreğim, her sıkıntıdan bir şekilde kurtarıyor da kendini, bir buna gücü yetmiyor, sanki bu sıkıntıyı kendi yaratmamış gibi. Tanrı ve Şeytan, Zeus ve Prometheus arasındaki ezeli çekişmelere dönüşüyor el kadar yüreğimdeki harp, kendi yarattığıyla başa çıkamıyor.

Diyorum ya, onunla ilgili sahip olduğu tek lüks elinden alınacak diye çırpındı durdu, kendi kendini yedi işte bir zaman. Sonra mutlu bir haberle semalara uçtu. Düşüşü yakındır elbet, toprağa çakılışına çok az kalmıştır. Lakin alışkın o bunlara. Defalarca tanıştı toprağın sert, yer yer acımasız yüzüyle. Bu seferki çok koymayacak ona, çünkü biliyor "varlığı da yokluğu da dert olan"ın yokluğu daha büyük bir dertmiş meğer, telefon başında tedirgin beklerken öğrendiği kadarıyla...

Her an ellerimden kayıp gitmek için fırsat kollayan inancımla diliyorum ki Allah'tan, hiç kimse böyle sonuçsuz, böyle umutsuz bir derde düşmesin, senden başka...

Thursday 17 November 2011

Sosyalizm ile Komünizm arasındaki fark nedir?

Bir aralar uzun süre ben de bunu sorgulamıştım, "acaba Komünizm ve Sosyalizm arasındaki fark nedir?" diye. Sorgulamakla kalmadım araştırdım, aklım yettiğince öğrendim. Soranlara da dilimin döndüğünce anlatıyorum. Fakat hala bu konuda öğrenmem gereken bir kamyon bilgi olduğu kanaatindeyim. O sebeple genellikle sınırlı bilgi birikimim sözü uzatmama engel olur (gerçi bu çevremdeki insanlar açısından iyi bir şey...) Bu konuyla ilgili kafasında soru işaretleri olanlar, mevzuyu merak edenler, öğrenmeye meyilli olanlar varsa diye Leo Huberman'ın "Sosyalizm'in Alfabesi" adlı kitabından kırptığım şu bölümü okuyabilirler. Hem benim için de güzel olur, blog arşivimde durur, ara ara bakar hatırlarım. Kısacası kimse okumazsa ben okurum.


" ...
Sosyalizm ile komünizm, her ikisi de, kullanım için üretim yapan sistemler olması ve üretim araçlarının mülkiyetinin kamuya ait bulunması ve merkezî planlamaya dayanması bakımından benzer sistemlerdir. Sosyalizm, doğrudan doğruya kapitalizmden doğup gelişir, yeni toplumun ilk biçimidir. Komünizm çlaha ileri bir gelişme ya da sosyalizmin "daha yüksek bir aşamasıdır".

Herkesten yeteneğine göre, herkese yaptığı iş kadar (sosyalizm).

Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesi kadar (komünizm).

İşe göre, yani yapılan işin nitelik ve niceliğine göre,
sosyalist dağıtım ilkesi, hemen uygulanması mümkün ve pratik bir ilkedir. Öte yandan, gereksinmeye göre komünist dağıtım ilkesi, hemen uygulanması mümkün bir ilke değil, son bir hedeftir.

Besbellidir ki, bu aşamadan önce üretimin çok yüksek bir düzeye erişmesi gerekir; herkesin gereksinmesinin karşılanması için her şeyin çok bol olması zorunludur. Ayrıca, insanların işe karşı tutumlarında bir değişiklik olması gerekir; zorunlu oldukları için çalışma yerine, çalışma, hem topluma karşı bir sorumluluk duygusunu karşıladığından, hem de kendi hayatlarında bir boşluğu doldurduğundan, insanlar arzu ettikleri için çalışacaklardır.

Sosyalizm, bolluğu gerçekleştirmek ve halkın zihnî ve manevî görünümünü değiştirmek için üretici güçleri geliştirme sürecindeki ilk adımdır. Yani sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçişte zorunlu bir aşamadır.

Sosyalizm ile komünizm arasındaki ayrımdan, yeryüzünde sosyalist diye adlandırılan partilerin sosyalizmi savundukları, komünist partilerin ise komünizmi savundukları sonucu çıkartılmamalıdır. Durum bu değildir. Kapitalizmin yerine ancak sosyalizm geçeceği için, komünist partiler de tıpkı sosyalist partiler gibi sosyalizmin kurulmasını hedef olarak almışlardır.

Bu durumda, sosyalist ve komünist partiler arasında bir fark yok mu demektir? Hayır, arada bir fark vardır.

Komünistler, işçi sınıfı ile müttefiklerinin, durumu elverir elvermez, devletin yapısında’temelli bir değişiklik yapması gereğine inanırlar; kapitalistlerin bir sınıf olarak (birey olarak değil) varlığına son verme ve en sonunda sınıfsız bir topluma ulaşma sürecinde, işçi sınıfı üzerinde kapitalist diktat örlük yerine, kapitalist sınıf üzerinde işçi sınıfı diktatörlüğünü kurmalıdırlar. Sosyalizm, sadece, eski kapitalist hükümet mekanizmasını devralmak ve bunu kullanmakla kurulamaz. İşçiler, eski devlet aygıtını parçalamak ve kendi yeni devlet aygıtlarını kurmalıdırlar, îşçi devleti, eski egemen sınıfa, bir karşı-devrimi örgütleme fırsatı vermez. Kapitalist direnmenin doğduğu yerlerde, bunu ezmek için, silahlı gücünü kullanmalıdır.

Sosyalistler ise devletin niteliğinde temel bir değişiklik yapılmadan kapitalizmden sosyalizme geçilebileceğine inanmaktadırlar. Bu görüşte olmalarının nedeni, kapitalist devleti esas olarak, kapitalist sınıfın diktatörlüğünün bir kurumu olarak değil de, daha çok onu ele geçiren sınıfın kendi yararına kullanabileceği yetkin bir mekanizma olarak kabul
etmeleridir. Bu durumda, iktidardaki işçi sınıfının eski kapitalist devlet aygıtını yıkmasına ve kendisininkini kurmasına gerek yoktur. Sosyalizme doğru yürüyüş, kapitalist devletin demokratik çerçevesi içinde adım adım gerçekleştirilebilir.

Her iki partinin de, Sovyetler Birliği’ne karşı tutumları, (Doğrudan doğruya bu soruna yaklaşmaları açısından ileri gelmektedir. Genel bir deyişle, komünist partiler Sovyetler Birliği’ni övmekte, sosyalist partiler değişik ölçülerde onu yermektedir. Komünistler için Sovyetler Birliği, sosyalizm düşünü gerçekleştirdiği için bütün gerçek sosyalistlerin övgüsüne hak kazanmıştır. Sosyalistler içinse, Sovyetler Birliği sosyalizmi hiç kuramadığı için -hiç değilse onların hayal ettikleri sosyalizmi kuramadıkları için- sadece yergiye lâyıktır.


... "


Saturday 12 November 2011

Sonbahar

Hangi duyudan güç alarak bilmem, ama yıllardır kendimle özdeşleştirmişimdir bu mevsimi.

Kasveti ve karamsarlığında, sık sık değişen ısısında kendimi bulurum hep. Onun o dengesiz, asi halet-i ruhiyesi fena halde "ben"dir bana göre.
...

Altında büyüdüğüm dev çınar ağaçlarının gölgesinde tanıştım sonbaharla. Dev ağaçların dev yaprakları tren yolu boyunca uçuşurken onları seyretmenin zevki apayrıydı benim için. Bahçede biriken yaprak öbeklerinden tüm aile fertlerim nefret ederken ben onları avuçlamaya, koklamaya, bazen bir tekme savurup dağıtmaya bayılırdım.

İzmit'e geldiğim ilk dönem aynı çınar ağaçlarından yürüyüş yolu boyunca görmek çok sevindirmişti beni. Yaprakları ortalıktan savuşturan fırçalı küçük arabalardan yoktu ilk başlarda. Ben yine yaprak öbeklerini, savurduğum tekmeyle havaya saçmanın zevkini doyasıya yaşardım o vakitler. Ve kim bilir kaç belediye işçisinden küfür yedim bu hareketimden dolayı.

Sonra o fırça süpürgeli, küçük arabalar hasıl oldu yürüyüş yolunda. Sarı tonlarındaki yaprakları pek sık göremez oldum civarda. Ama sonbaharın bendeki yeri hiç değişmedi. Çınar ağaçları oradaydı ya, rüzgar estikçe yukarılardan o yapraklarının hışırtısını duyuyordum ya...

O ses fena halde "ben"di çünkü.

Çoğu insan ilkbahar gibiyken sonbahara benzemek de ürkütür beni, ruhumda barınmaya çalışan bir lokmacık iyimserliği alır götürür, lakin kabullenmek de bir erdemdir çoğu zaman. Bırak derim kendime, onlar ilkbahar gibi coşkuyla uyanadursunlar rengarenk hayatlara, sen sarımtırak kahverengi tonlarınla, zamansız fakat ziyansız iniş çıkışlarınla kuruyan ağaç dallarında esmeye devam et.

Onlar her bahar yeni umutlar yeşertirken sen eskilerin yasını tut, ama kış gibi gürleyip yağma, çevrendekileri hissizce yıkıp dağıtma. Kendi dinginliğin içerisinde, berrak damlaların, ürperten esintilerinle yaşa ve her kim olursa olsun etrafında, onlara zarar verme...

Ve ben yıllardır gittiğim her yeni memlekette sonbaharı yaşamadan o toprakları yaşamışım saymam kendimi. Başka hiçbir mevsim daha iyi anlatamaz bana olduğum yeri. Karamsardır sonbahar, kasvetlidir, sevilmez pek ama dürüsttür en azından, ömrü üç gün süren renkli fakat yalancı tomurcukları yoktur. 

Soğuk durduğuna bakmayın, ruhu ılık meltemlerle doludur.


Friday 4 November 2011

Amsalaklıkta İdris Naim Şahin eşiği

Trakya insanı pek sever bu "amsalak" sözcüğünü. Aslında özü "hamsalak"tır. Yani bir nevi "saf salak, süzme salak", ama Trakya insanının "H" harfini yutması hasebiyle "amsalak" olarak yer etmiştir hafzalalarda. Ben de çok severim çok kullanırım, Trakya şivesinden ağzıma yapışan en güzel sözcüklerdendir diye düşünürüm hep.

Muhtemelen pek muhterem başbakanımız Tayyip Erdoğan da çok seviyor bu sözcüğü ki kabine üyelerini seçerken kendisine bir amsalaklık sınırı belirliyor. Bu sınırda çeşitli mertebelere yükselmeyen herhangi bir bakan hatırlamıyorum ben çünkü. "Rabbime sordum Cleveland dedi" diyen Kemal Unakıtan'dan, "Öğretmenlerin 26 tane tercih hakkı var" diyerek milli eğitim yönetmeliği konusundaki cehaletini dobra dobra konuşturan Nimet Çubukçu'ya kadar kimler geldi kimler geçti o koltuklardan. Seçim propagandası yaparken çiftçiyi fırçalayan Bülent Arınç da cabası.

Fakat yeni kabinede bir isim var ki onun ismi amsalaklıkta yepyeni bir ölçü birimi olarak anılıyor son günlerde. Tabii ki bu isim içişleri bakanı İdris Naim Şahin! Van'daki depremzedeleri sözde ziyaretinde insanlara bir el şakası yapmadığı kalmış zat ı alilerinin. Belki onu da yapmıştır da ekranlara yansımıştır bilemiyorum. Çünkü yazının sonunda izleyeceğiniz videoda da görülüyor ki mağdurlarla resmen alay etmiş "sayın" bakan.

Ardından KCK davasından tutuklanan profesör Büşra Ersanlı hakkında da şunları söyleyerek amsalaklık eşiğinde sıfır (rakamla 0) noktası olmayı başarmış. 

"Sayın profesörümüzün anladığım kadarıyla bu yapıyla bir bağlantısı olduğu. Sanki dersimiz; siyaset konumuz da Türkiye Cumhuriyeti’nde halk nasıl ayaklandırılır sebepsiz yere, kandırılarak, Türkiye Cumhuriyeti nasıl bölünür derslerinin hocalığını yapmak durumundaymış diye duyuyoruz. Eğer bunlar yanlışsa yanlış hesap bir yerden döner. Sadece yargıçlar Berlin’de değil yargıçlar Türkiye’de vardır ve biz Türk yargısına Türk yargıçlarına güveniyoruz."

Umarım basın mensupları bakana şu yakınlarda, 26 kişinin tecavüzüne uğrayan ve "tecavüze rıza gösterdiği" gerekçesiyle tecavüzcüleri serbest bırakılan 13 yaşındaki N.Ç hakkında soru sormaz. Ardından gelecek olan yorumdan resmen korkuyorum. Zira bu adamı dinleyip ciddiye alanlar var.

Bahsettiğim haberi izlemeyen varsa, buyursun. Tabi sinirleri kaldırabilirse...



Friday 30 September 2011

İsa vs. Inception

Antika insanım ben, sık sık değişiklik, yenilik yapmayı sevmem bilirsiniz (bilir misiniz?). Ama benim blogumun da bir logosu olsa ne eyi olurdu dedik geçen Cantonic'le oturmuş Game of Thrones kritiği yaparken. Sonra masabaşı cengaveri Cantonic "hadi yapalım bi tane" dedi ve başladı. Ben, sanatçıyı özgür bırakmanın daha doğru olacağını düşünüp, zemin rengi dışında bir şeye karışmamaya gayret ettim.

Tamam itiraf ediyorum çeşitli müdahalelerde bulundum ama öyle çok değil, gayet masumane. Sonuç olarak ortaya yukarıdaki gibi bir "eser" çıktı. "C" harfinin neden diğerlerinden daha devasa olduğunu sormadım eser sahibine, ki zaten sorsam "aga bu C neden kafan kadar afedersin?" desem, "o benim imzam" der. Sanırsın TRT 2'deki ressam amca (nur içinde yatsın).

Lafı uzatmadan kendisine ellerine sağlık diyor, tasarımlarını, yazılarını vs. merak edenler için tasarımhanesinin linkini sizlerle paylaşıyorum (bir nevi jest).

Şimdi esas konumuza dönelim.

Geçen gece, yine uyku sıkıntıları çekerken, uyur uyanık yatarken, hatta belki uyumama yardımcı olur diye kas gevşetici almışken bir ara içim geçmiş. Rüyamda müze gibi bir yerdeyim. Büyük (bayağı büyük) bir salondayım ve salonun girişi çıkışı görünmüyor çünkü etraf loş. Çevremdeki her şey, koyudan açığa kahverenginin çeşitli tonlarında.

Müzedeki tek şey, o kahverengimsi salonun tam ortasında duran Hz. İsa heykeli. Heykel kollarını yana açmış eller hafif öne uzanmış, heykelin boyutları benden biraz hallice (evet bayağı küçük bir heykel). Heykelin yüzünde, zihinlere kazınmış o sakin İsa ifadesi yerine nefret dolu bakışlar var. Ve o bakışlar ne tarafa dönsem bana yöneliyor gibi bir his uyanıyor içimde.

Hafiften tırsıyorum ama çıkışı da göremiyorum ki, her taraf kahverengi. "Nalet gelsin yüzüne Lacry, hay aklına s...çayım!" diyorum kendi kendime. Etrafta döneniyorum, aranıyorum ama çıkışı bir türlü bulamıyorum. Bir de dışarı çıkma telaşında olduğumu İsa heykeline çaktırmamaya çalışıyorum, neticede peygamber, bozulur filan Allah muhafaza! Vaktiyle, ölü Lazarus'u diriltmiş adam bu, heykele can veremeyeceği ne malum?

Hah işte tam o sırada korktuğum başıma geliyor ve İsa heykeli canlanıp üzerime hücum ediyor. Özellikle, mermerden parmaklarını göz çukurlarıma geçirmek için uğraşıyor, ben can hıraş dengemi sağlayıp kaçmaya çalışırken. Ama kaçabilmem imkansız! Heykelin boyu benim kadar ama mermer sonuçta, kaç ton olduğunu artık siz hesap edin!

Ben heykelin altında debelenirken, bu kafasını çevirip arkaya dorğu bir ıslık çalıyor ve koyu kahverengi karanlığın içerisinden bir sürü başka heykel çıkıp bana doğru geliyor. Ne yapacağımı bilemiyorum, resmen İsa bana karşı cihada çağırıyor diğer havarilerini! Hayır, havariler mi değiller mi onu da seçemiyorum ki tepişmekten. Bir de nasıl sinirleniyorum kendime, ben o kadar taradım da çıkışı bulamadım, adamlar girişi şıppadanak buldu diye.

O mermer yığını eşkıyalar üzerime gelirken kan ter içinde uyandım. Uyandım ama gözümün önünde hala bir takım korkunç silüetler gezinip duruyor. "Lenslerim, ah lenslerim gözümde olaydııııı...." diye sayıkladığımı duyuyorum bir yandan da.

O gece bir türlü uyanamadan, gözümün önünde kah mermer, kah metalik gri, kah kahverengi silüetler dolaşırken uykuya dalmışım. Sabah uayndığımda rüyayı hatırlamadım. Günün bayağı bayağı ilerleyen saatlerinde birden aklıma geliverdi, irkildim! Hala etkisinden kurtulabilmiş değilim. Gözümü azıcık kapatsam İsa'nın o nefret dolu yüz ifadesi ve gözlerimi oymak için verdiği mücadele beliriyor kafamda...

Hah, aklıma gelmişken rüya tabirlerine bir göz atayım...

kollarını iki yana açmış İsa heykeli (temsili)
peygamber değil yasadışı teşkilar lideri, tövbeestafurullah!

Monday 12 September 2011

Hangimiz 12 Eylül mağduru değiliz ki?

"İnancınıza saygılıyım ama sizi istemiyorum."

İdam sehpasına giderken, son yolculuğunda dua etsin diye getirilen imama diyor bunu Erdal Eren. 

Devletin işlediği cinayetlerden yalnızca biriydi onunki, ama en acı vereni.

Her birimiz bir şekilde o darbenin mağduru olduk. Fakat hiç birimizin öyküsü onunki kadar yürek burkmaz, burkamaz! Adına bir çok şiir yazıldı, şarkılar söylendi. Grup Yorum'un "Büyü"sünü de çok severim ama, içimden Sezen Aksu'nun "Son Bakış"ını paylaşmak geliyor. Ne güzel demiş Aysel Gürel, ne içten söylemiş Sezen Aksu. Acaba geçen yıl bugün referandumda "evet" oyu verirken aklına Erdal Eren gelmiş midir?



O dönemi yaşamadım belki ama hakkında çok şey okudum, izledim, dinledim... Başta da söylediğim gibi her birimiz zaten bir şekilde mağduru olduk o dönemin. Hakkında yazacak çok şey var kafamda ama bu sadece sık sık Kenan Evren'i anmama(!) sebep olacak. Onun yerine o karanlık dönemi kısaca özetleyen şu linki paylaşmayı tercih ettim, merak eden olursa diye, buyrun:


Bir arkadaşımdan alıntı yaparak noktalamak istiyorum yazımı:

Erdal Eren hala 17 yaşında,
Kenan Evren ise 94, yaşı büyütülmediği halde...
  

Tuesday 30 August 2011

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 3)

Henry Tudor serisine başlarken bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim aslında. Hatta tek seferde yazıp koyarım kenara dedim ama ı ıh, bu iş o kadar kolay değilmiş meğer. Kesiyorum, kırpıyorum, bazı isimleri atlıyorum (Thomas More konusuna hiç değinmedim mesela, başka bir seriye sakladım...) yine de bir bakıyorum dünyayı yazmışım. Aslında bana kalsa ben sayfalarca yazarım da şimdinin gençleri okumayı pek sevmiyor azizim. (Şaka lan şaka hemen dudak bükmeyin!).

Neyse üçüncü sekansımıza hız kesmeden başlayalım ve VIII. Henry'nin zevcelerini tanımaya devam edelim.

Serinin ilk yazısında (yani tam olarak şurada) İspanyol asıllı kraliçe, asil kadın Aragonlu Catherine'den ve iktidar hırsının kurbanı Anne Boleyn'den bahsemiştik. İkinci yazıda ise Jane Seymour ve Clevesli Anne'den dem vurmuştuk. Sıra geldi Henry şerefsizinin 5. karısı, kara bahtlı, kem talihli kızcağız Catherine Howard'a.

Catherine Howard, Anne Boleyn'in (Henry'nin ikinci eşi, I. Elizabeth'in annesi bildiğiniz üzre) anne tarafından kuzeni olur. Daha gencecikken, 17-19 yaşındayken filan (tam doğum tarihi bilinmiyor) amcası Thomas Howard tarafından saraya getirilir, Clevesli Anne'e nedime olsun diye. Amcası da o vakitler Norfolk dükü, yani kralın etrafındaki bir sürü godoştan  biri.


Catherine Howard
Catherine Howard amcasının gazıyla kralı etkilemeye çalışır. Anne Boleyn'e de o kadar benziyordur ki kralın dikkatini çekmekte gecikmez. Zaten daha ergen, küçücük kız, bunu sarayda hoplayıp zıplarken, çiçek böcek toplayıp sarayın çalışanlarıyla şakalaşırken gören kralın pek bir hoşuna gider bu genç kızcağız. Ama o zamanlar Clevesli Anne'le evli. 


Kral Clevesli'den boşanır boşanmaz Catherine'e evlenme teklif ediyor. Bu çocukcağız da sevindirik oluyor kral onunla evlenmek istedi diye. Ama sorsan zerre sevmiyor adamı. Kendisinden neredeyse 40 yaş büyük, yaşlı, çirkin. Hiç öyle Catherine'in hayalindeki beyaz atlı prens tipi yok adamda. Zaten Catherine eski sevgilisi müzik öğretmeni Frances Dereham'a aşık hala. Fakat yine de Clevesli'yle boşanmasından 15 gün sonra evleniyor kralla.


Kral bunu pek bir seviyor, hediyeler alıyor buna, "seninle birlikte gençliğimi yeniden kazandım" filan diyor. Gencecik kız, inci gibi, ona ayak uyduracağım diye sakat bacağıyla oradan oraya koşturuyor Henry de. Catherine'in eski sevgilisi müzik öğretmeni Frances Dereham kızın evlendiğini duyar duymaz saraya ziyaretine geliyor ve kızı kandırıp kendisini onun özel sekreteri olarak atamasını sağlıyor. Sonra elbette dedikodular dönmeye başlıyor sarayda.


Bir de Catherine'in anne tarafından kuzeni Thomas Culpaper var, bu genç oğlan da sarayda görevli. Görevi nedir ne değildir bilemiyorum ama, bu ikisinin arasında bir yakınlaşma başlıyor. Başta akraba ayağına takılıyorlar ama sonradan ne etsin gencecik insanlar, birbirlerine aşık oluveriyorlar. Al bir dedikodu malzemesi de buradan yayılıyor sarayda.


Sarayda böyle ciddi dedikodu olur da kralın kulağına gitmez mi? Zaten Howard ailesinin de bir dolu düşmanı, Thomas Howard'ın ayağını kaydırmak isteyen bir dolu çakal var etrafta. Hemen kralı sağdan soldan kışkırtıyorlar Catherine Howard'a karşı. Başta inanmak istemiyor kral, seviyor çünkü genç karısını. Ama kulağına kraliçenin, bir vakitler Anne Boleyn'le ensest ilişki yaşadı diye öldürttüğü George Boleyn'in karısı Jane Parker'ın gözetmenliğinde (Jane Parker da Catherine'in yardımcısı o vakitler) Thomas Culpaper'la buluştuğu çalınınca çileden çıkıyor. Catherine'i zindana attırıyor hemen, daha evleneli de bir yıl olmamış...


Anglikan kilisesi başpisikoposu Thomas Cranmer'i dedikoduların aslı astarı var mı diye araştırması için görevlendiriyor. Bozacının şahidi şıracı! Cranmer da kraliçeyi kandırıyor itiraf edersen kral seni affedecek diye. Catherine uzun zaman önce Frances Dereham'la ilişkisi olduğunu fakat kralla tanışmadan önce bittiğini itiraf ediyor. Hatta onunla cinsi münasebet yaşadıklarını da söylüyor. Ama aralarındaki ilişki o saraya gelmeden zaten çoktan bitmiş. Saraya geldikten sonra da Dereham karliçeye şantaj yaptığı için onu sekreteri yapmak zorunda kalmış (buna başta kimse inanmıyor ama gerçek olduğu çok sonraları ortaya çıkıyor).


Thomas Culpaper'la aralarında hiçbir şey geçmediğine dair defalarca yemin ediyor, ama ona aşık olduğunu da inkar etmiyor Catherine. Bu suçlamalar ve araştırmalar esnasında kraliçe ünvanı elinden alınıyor, artık sadece "Catherine Howard" olarak anılacağı duyuruluyor. Ulan kadın kellesinin derdinde kim takar kraliçeliği! Hayır kraliçeliğinin hayrını mı gördü sanki, şahtı şahbaz oldu fukara!


Thomas Cranmer ve soruşturma ekibinin topladığı kesin kanıtlar (Catherine tarafından Culpaper'a yazılmış bir aşk mektubu) neticesinde Catherine Howard, Frances Dereham, Jane Parker ve Thomas Culpaper suçlu bulunuyorlar. Zaten erkekler günlerce işkence görüyorlar itiraf etsinler diye. Frances Dereham her şeyi bir bir anlatıyor belki yırtarım diye ama bilmiyor ki o zindana bir kez atıldın mı artık sadece idam edilmek için çıkarsın oradan.


Şubat 1542'de önce Frances Dereham ve Thomas Culpaper, ibret-i alem olsun diye meydanda asılarak idam ediliyorlar. Kafaları kesilip Catherine'in idama giderken geçeceği güzergah üzerinde birer kazığa çakılıyor. Onlardan (muhtemelen) bir gün sonra Jane Parker ve Catherine başları kör baltayla (kör kısmını ben uydurdum) kesilmek suretiyle öldürülmeye götürülüyorlar. 


Önce Jane yatıyor kütüğe. Catherine'in gözleri önünde öldürülüyor. Ardından Catherine geliyor ve infazı izleyen halka onun için dua etmelerini söyledikten sonra akıllarda en çok kalan şu cümleyi kuruyor.


"Kraliçe olarak ölüyorum, ama Culpaper'ın karısı olarak ölmeyi tercih ederdim!"  (hey yavrun be!) Sonrası malum zaten, anlatmama gerek yok.


Catherine öldükten sonra, Londra Kulesi'nin şapelinin bahçesindeki mezarlığa, kuzeni Anne Boleyn'in yanına gömülüyor.


Bir gün sonra gelen edit: Önceki yazıda bahsetmiştim ya hani "Catherine Howard's fate" diye şarkı bile var diye. Şarkı çok sevdiğim Blackmore's Night'a ait.

Sözleriyle birlikte, (The Tudors'tan görüntüler eşliğinde) şuradan dinleyebilirsiniz şarkıyı. Hatta hikayeyi bile anlatmış kısaca. Şarkı Catherine Howard'ın öyküsüne o kadar yakışmış ki, durup durup dinliyorum:





  

Catherine Parr, VIII. Henry'nin son ve en fazla evlenen karısı olarak anılır. (Diğerlerinin ömrü vefa etmemiş ki evlenmeye aq!)


Catherine Parr, Sir Thomas Parr ve Maun Green'in kızıdır. Maun Green, Aragonlu Catherine'in nedimelerindendir ve kızına da onun ismini vermiştir. Dünya üzerinde başka bir dürzü var mıdır ki son karısına ilk karısının ismi verilsin. Gerçi Maun Green ne bilsin kızının da (hemen hemen) aynı kaderi paylaşacağını! 


Catherine Parr
Catherine, ilk olarak 17 yaşındayken, Gainsborough baronu Thomas Borough'un oğlu Edward Borough'la evlenmiştir. Evliliği birkaç yıl sürdükten sonra eşini kaybetmiştir. Bundan bir yıl sonra (22 yaşındayken filan olsa gerek) Yorkshire'da bir baron olan John Neville, Catherine'in izdivacına talip olmuş (anam bunu da baronlardan aşağısı kurtarmıyor!) ve netice itibariyle evlenmişler. O esnalarda 40lı yaşlarında olan baronun 2 tane çocuğu vardır, Catherine ilk kez üvey annelik (hatta annelik diyelim biz buna) duygusunu tatmış bulunmaktadır.


Baronla ilgili birçok hikaye var aslında, bazı asi katoliklerle birlikte Yunanistan'a kaçmayı düşünmüş, sonra kendini saraya aldırmış filan. Ama konumuz baron değil elbette, o sebeple baronun isyan maceralarını, kaçış planlarını ve sonra kuyruğu kıstırıp teslim olup sarayda tutsak edilmesini falan anlatmayacağım. Netekim kendisi 1541 civarları ölüyor ve Catherine ikinci kez dul kalıyor, daha yaşı 31-32.

Artık yaşını başını almış kralın dikkatini çeken bu kadın esasında Jane Seymour'un kardeşi Thomas Seymour'a aşık oluyor, aşkı da karşılık buluyor işin kötüsü. Kötü diyorum çünkü onlar birbirleriyle evlenmeyi düşünürken kraldan Catherine'e evlenme teklifi geliyor. Kralın sözünün üstüne söz söylenmez deyyü bu ikisi aşklarını kalplerine gömüyorlar ve Catherine 1543'te kralla evleniyor.



Bir de deli protestan bizimki, öyle böyle değil. Annesinin çabası sayesinde de iyi eğitim görmüş, Fransızcası, Latincesi, İspanyolcası su gibi. Ama İngiltere'de katoliklik de protestanlık da yasak. Kral, katoliklere papanın onu aforoz ettiğinden, protestanlara da Anne Boleyn'in ihanetinden(!) beri gıcık kapıyor. Ya anglikansın ya da ölüme mahkumsun arkadaş, bu kadar net.


Catherine Parr'la nedimeleri harıl harıl yasaklı kitapları okuyorlar, özellikle protestan yazarların ellerinden çıkanları elbette. Öyle ki, bu kitapları bulunduranlar sapır sapır öldürülüyor, genelde diri diri yakılmak üzre. Kraliçe ve nedimelerinin bu kitapları elde etmesine kraliçenin arkadaşı olduğu söylenen reformist protestan Anne Askew'ün yardım ettiğine dair bir takım bilgiler yayılıyor sarayda.


Anne Askew kısa sürede yakalanıyor ve çeşitli işkencelerden geçiriliyor. Amaç kraliçeye kitap sızdırdığını itiraf etmesini sağlamak ve kraliçeyi de yargılayabilmek. Ama Anne Askew ne kraliçeyi ne de nedimeleri ele veriyor. Londra Kulesi'nde işkence gören ilk kadın olarak tarihe geçtikten sonra diri diri yakılarak öldürülüyor. Anne Askew'ün ağzından laf alamayan saray (çok afedersiniz) pezevenkleri kralı, kraliçenin yargılanması için ikna etmeye çalışıyorlar. Ama Henry bu sefer (hayret!) kraliçenin yargılanmasına kesinlikle izin vermiyor.


Kralın 1547'de 55 yaşında hayata gözlerini yummasıyla (aslında kuyruğu titretmesiyle, nalları dikmesiyle filan diyecektim de vazgeçtim nedense) Catherine Parr üçüncü kez dul kalır. Ve hemen sonra gerçek aşkı Thomas Seymour'la evlenir. Bu evlilikten Mary adında bir kızı olur, lakin bu kızcağız annesinin ölümünden iki yıl sonra ebediyete intikal eder. 


Catherine Parr, VIII. Henry'nin ölümünden sonra genç bir kız olan Elizabeth'in velisi olmayı kabul eder (Anne Boleyn'in kızı kraliçe I. Elizabeth). Yine onun yetiştirdiği (protestan olarak yetiştirdiği hatta) Jane Seymour'ın oğlu VI. Edward babasının ölümünden sonra Catherine Parr'ın desteğiyle tahta geçer (minnacık çocuk, daha 9 yaşında, gece tek başına tuvalete gidemeyen sabiyi kral yapıyorlar, ama mecburlar, sonuçta tek erkek varis).

Bir de şöyle bir durumla karşılaşır kraliçe, iktidar düşkünü kocası Thomas Seymour  varislerden Elizabeth ile yakınlaşmaya, kızı tavlamaya çalışır 
(bu sarayda bir tane düzgün, efendi adam yok mudur arkadaş, hepsinin mi sütü bozuk anlamadım ki!). Bunu farkeden Catherine Parr hem kıskançlıktan hem de üvey kızını koruma içgüdüsünden ötürü kızı saraydan uzaklaştırmaya mecbur kalır.



Bundan bir süre sonra hamile kalan Parr (kızı Mary), doğumdan kısa bir süre sonra, 37 yaşında ölür. Halk tarafından en çok sevilen kraliçe odur. Edward ve Elizabeth'in eğitimlerine fazlaca katkı sağlamış, ayrıca onları reformcu, protestanlar olarak yetiştirmiştir. 1545 yılında "Prayers or Meditations" adlı bir kitap yazmış, bunu kendi adıyla yayımlamıştır. Bu da ona "kendi adıyla kitap yayınlayan ilk İngiltere kraliçesi" ünvanını kazandırmıştır. Henry'nin ölümünden sonra "The Lamentation of a Sinner" adlı ikinci kitabını yayımlamıştır.


Ölümünden bir yıl sonra kocası Thomas Seymour varislerden biriyle evlenme planları yaparak (Elizabeth) krala ihanet etmekten idam edilmiştir...


Diyor ve VIII. Henry Tudor serisini burada noktalıyoruz sevgili canlar. Henry ölmeden önce vasiyetinde "İngiltere'nin gerçek kraliçesi" olarak adlandırdığı Jane Seymour'ın yanına gömülmek istediğini belirtmiş, netekim bu isteği gerçekleştirilmiştir.


Aslında seride Henry'nin aşk yaşadığı iki önemli kadından daha bahsetmek istiyordum, ilki Elizabeth Blount (Bessie Blount olarak da bilinir), diğeri ise Anne Boleyn'in kardeşi Mary Boleyn. Çünkü bu iki kadın Henry'yle metres hayatı yaşamalarına rağmen onun aşkını kazanmışlardı. Bessie Blount'un Henry'den bir oğlu, Mary Boleyn'in ise bir kızı bir oğlu olmuştu.


Tudor hanedanlığın önemli isimlerinden Thomas More ve Thomas Wolsey'den de bahsetmek istedim lakin yazının amacından sapmasını engellemek için bu iki önemli figüre değinmedim. VIII. Henry'nin eşlerinden bahsetmek için başlayıp politik ve dini isimlere uzun uzadıya yer vermek yazının seyrini bozar diye düşündüm.


Serinin ilk iki bölümü için buyurun:


Adam değilsin VIII. Henry (vol. 1)
Adam değilsin VIII. Henry (vol. 2)


Buraya kadar sabırla okuyan herkese teşekkürü bir borç bilirim. Çok uzun ve karmaşık olduğunu düşünüp okumaya üşenenler için de çok yakında "Cin Ali" serisine başlıyorum efenim. 


Şimdiden hayırlara vesile olması ümidiyle...

Sunday 28 August 2011

Madımaklı lokum

madımaklı lokum



Hani yaz başında, Tutak'tan kesin dönüş yaparken Sivas'a gittiydim ya. 11 yıl sonra doğduğum topraklara ayak basmanın heyecanıyla (en son 14 yaşında gitmiştim) o sokak senin, bu cadde benim fingir fingir dolaşmıştım.

Buruciye'nin, kongrenin önünde bi dolu resim çekildikten sonra hızımı da alamayıp 2 Temmuz'da Sivas Katliamı anma etkinliklerine katılıp polisten gaz da yedim çok şükür. Üç yıldır biber gazı yemiyordum, Allah sizi inandırsın özlemişim.

Hah işte o kısa memleket ziyaretim esnasında caddelerde dolaşırken bir şekerlemecinin vitrininde "madımaklı lokum" etiketiyle karşılaştım. Bunu da mı göreceğidim yareppim, madımağın lokumunu yapmışlar diyip daldım dükkandan içeriye. Satıcıya:

"Cidden madımaklı lokum mu yaptınız, tadına bakabilir miyim, çok merak ettim." dedim. Eleman camlı dolaplara şöyle bir göz attıktan sonra boş bölmeyi işaret ederek:
"İkram etmeyi isterdim ama bakın kalmamış." dedi. Ümitsizlik içerisinde:
"Ama vitrinde koca bi tepsi var!" dedim.
"Onları aylar önce teşhir amaçlı koyduk oraya, bayatlamışlardır ikram edemeyiz." dedi.
"Ama... ama.. ama..."
"İsterseniz bilmem ne caddesindeki diğer şubemize bir uğrayın, orada bulursunuz mutlaka"
"Eeee peki. Bilmem ne caddesi mi demiştiniz?"
"Evet, şurdan yukarı doğru çıkın, sola dönün biraz ilerleyin hemen sağınıza çıkar."
"Sağolun, iyi günler..."

Ben elemanın tarif ettiği taraflara doğru yürürken caddenin ismi filan gitti aklımdan görüldüğü üzre. Ki zaten hafif yorulmuştum da, eve döndüm. Ertesi gün çarşıya indiğimde ise (2 Temmuz) yaklaşık yarım saat kadar teyzemle madımaklı lokumu ve o şekerlemecinin diğer şubesini aradık, fakat bulamadık. Büyük ihtimalle ben adamın tarifini yanlış hatırladım. Zaten caddenin ismini de hatırlamamıştım ki.

Sonuç olarak madımaklı lokum alamadan Sivas'tan ayrılmak zorunda kaldım. Eve döndüğümde de aileme madımaklı lokum arayışlarımı anlattım.

Onlar da unutmamışlar elbette, geçen hafta babam ve kardeşim birlikte Sivas'a gittiler. Bir akşamüstü kardeşim telefon etti, madımaklı lokumu nerede gördüğümü sordu. Ben de şekerlemecinin ismini, nerede bulunduğunu anlattım (tabi o efsanedeki şube değil, en işlek caddedeki şube). Ve duydum ki benim madımaklı lokum bulunmuş.

Bu sabah Trakya topraklarına ayak bastılar, bir kilo madımaklı lokumum artık ellerimin arasındaydı. Sonunda tadına bakabildim. Aslında benim hayalimde ıspanaklı pasta gibi bir tat vardı ama gayet kurutulmuş madımağı lokumun içine basmış adamlar. Çok cazip bir tadı yok, hindistan cevizli ya da çifte kavrulmuş lokum (ııımmgghhhh canım çekti) gibi seri yenebilecek bağımlılığı yaratmıyor insanın üzerinde ama, lokum ve yemeğini çok sevdiğim bir otun birleşimi, sırf memlekete saygıdan yenir yani.

Tutak'da köy okulunda çalışırkenki madımak toplama maceralarım geldi aklıma şimdi. Oralarda "kuş ekmeği" diyorlar madımağa, yemeği de yapılmıyor bildiğim kadarıyla, emin değilim şimdi yalan olmasın. Öğrenciler çiğ madımağı böyle maydonoz gibi tuzlayıp yediklerinden bahsetmişlerdi diye hatırlıyorum.

Şimdi mutfakta, bir kilo madımaklı lokum beni bekliyor. Muhtemelen toplam 5-6 tane yedikten sonra bir daha ağzıma sürmem ama insanoğlu ya meraktan ya da ..... demişler (boşluğu kendiniz doldurunuz piliiiizzz).

Ama yemeği... ama yemeği... bol çemenli şöyle, ımgggghhhh!

Saturday 27 August 2011

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 2)

Geçtiğimiz günlerde VIII. Henry'ye duyduğum kin ve nefreti kusmak için başlayıp tarih dersine dönüştürdüğüm Adam değilsin VIII. Henry yazı dizime devam etmek için yeniden blog başındayım sevgili dostlar.

İlk yazıda bahtsız Aragonlu Catherine ve ailesinin kurbanı olan Anne Boleyn'den bahsetmiştim, bugün kaldığım yerden, Henry'nin üçüncü ve en çok sevdiği, "İngiltere'nin gerçek kraliçesi" olarak adlandırdığı karısından bahsedeceğim.

Jane Seymour, Henry'nin teee Anne Boleyn'le evliyken abayı yaktığı bir genç kızımızdır. Saraya Aragonlu Catherine'in nedimesi olarak gelir, daha sonra Anne Boleyn'e hizmet eder. En az Boleynler kadar hırslı ve iktidar düşkünü bir ailesi vardır. Derler ki ailesinin dayatmasıyla masum kız ayaklarına yatıp kralın altından girdi üstünden çıktı gönlünü çaldı haspa!

Jane Seymour
Kimi kaynaklara göre Jane aslında siyasetten filan anlamaz, ailesinin elinde bir piyondur sadece. Çünkü eğitimi ne Aragonlu Catherine, ne de Anne Boleyn kadar iyi değildir. Bu kızcağız hayırlı bir kısmet bulsun, boy boy çocuklar doğursun, etliye sütlüye karışmasın diye yetiştirilmiş, halk arasında "helal süt emmiş" diye tabir edilen kızlarımızdandır.

Gavurun dölü Henry, Anne'in idamından hemen sonra, daha 24 saat dolmadan gider Jane'i Allah'ın emri peygamberin kavliyle babasından ister, daha o gün sözlenir bunlar, Anne'in kırkı bile çıkmadan evlenirler hemen.

Henry Jane'i "İngiltere'nin ilk gerçek kraliçesi", kendisinin "ilk gerçek eşi" olarak görür, dünya bir yana Jane bir yanadır onun için. Jane de mülayim bir ev hanımıdır netekim. Ama onun Henry ile ilgili gerçek duyguları hiç kimse tarafından net olarak bilinmez. Aragonlu Catherine'in gayrımeşru ilan edilen kızı Mary'yi kanatlarının altına alır, yeniden sarayda yaşamasına vesile olur. Anne'in kızı Elizabeth'e de öz kızı gibi bakar. Ve Henry'nin yıllardır hasretiyle yanıp tutuştuğu "erkek" evladı ona yine Jane Seymour verir. VI. Edward'ı doğurarak Henry'yi dünyanın en mutlu g.t oğlanı yapar çok afedersiniz.

Ah ah, ama hiç kimse bilmez ki Jane, Anne Boleyn'in ahını almıştır. Anne, Henry'nin bu kadına ilgisini zaten biliyordur ya, ölüm fermanı verilir verilmez, Jane'in doğumdan sonra çocuğunun hayrını göremeden ölmesini diler tüm kalbiyle. Ne Jane o evliliğin hayrını görsün, ne de Henry diye yalvarır yaradana.

Hah sonra ne mi olur? Jane doğumdan bir kaç gün sonra, evladının vaftiz törenine bile katılamadan ölür. Bir rivayete göre Henry, Jane'in tabutunun başında anıra anıra ağlar. "İlk gerçek aşkım" dediği kadının kaybetmesinin ardından derin bunalımlara girer, beter olasıca!

Bu evlilik aslında en çok Aragonlu Catherine'in kızı Mary'ye (daha sonraları Bloody Mary diye anılacaktır) yaramıştır. Hem saraya döner, hem de VI. Edward'ın vaftiz annesi olmakla ödüllendirilerek saraydaki yerini sağlamlaştırır.

Bundan sonra VIII. Henry için mantık evliliği dönemi başlar. İki yıl boyunca (Henry puştu için rekor niteliği taşıyan koskoca iki yıl) bekar yaşar, biricik Jane'inin yasını tutar. Ama yaş ilerliyor elbette, gençlik zaten gitmiş. Eşe dosta, yakınlarına helal süt emmiş, saraylara layık, aklı başında, oturmasını kalkmasını bilen ama burnunu öyle her şeye sokmayan, git dedin mi gidecek, gel dedin mi gelecek, boyu boyuna, huyu huyuna bir kız arasınlar diye haber salar.

Kralın sağ kolu, genel sekreteri reformcu Thomas Cromwell sayesinde dördüncü izdivacı için münasip bir eş bulunur kendisine. (Arkadaş bir kralın etrafında bu kadar mı godoş barınır!)

Clevesli Anne, taa Cleves diyarlarından (aslında Cleves ne yanına düşer hiçbir fikrim yok ha! Hollanda'nın oralarda mıydı ki acep?) gelir kraliçe olmaya. Cleves dükünün kızıdır, anası babası reformcudur bunun, maaile "lutheryan"dırlar.

Thomas Cromwell bu hanım kızın bir portresini gösterir krala. (Tabi Cromwell'in amacı Avrupa'nın diğer bölgelerinden İspanyollar'a karşı müttefik kazanmak. Kralın zevki zerre şeyinde değil kısacası) Kral, "hmm" der, "gideri var, söyleyin atlasın gelsin görüşelim." Clevesli Anne kısa zamanda kralın huzuruna çıkarılır. Henry bir buna bakar, bir portreye, "Allah allah" der, "Ulan bi resimdeki huriye bak, bi de karşımdaki gudubete..." Şaşırır filan ama çaktırmaz. Aman yaaa evleneyim gitsin diye düşünür, olmazsa kafaya kese kağıdı filan... hallederiz.

Clevesli Anne
Bunlar evlenirler. İlk geceden sonra kralın Anne'den memnun olmadığı herkesçe farkedilir. (Bana kalırsa çirkin filan değildi Clevesli Anne, yalnız biraz soğuktu, e adam da alışmış işveye, cilveye, fingirdeşmeye tabi. Sarayda kraliçe, mutfakta aşçı, yatakta o...pu olabilecek kadınlara düşkün sonuçta...)

Bir de şöyle bir şey söylenegelir, Anne kralın huzuruna ilk çıktığı gün buna milletin içinde laf sokmuş (artık ne dediyse) kral da o gün bir bozulmuş (çok da fifi, iyi olmuş eşşoğlusuna) bir daha ısınamamış bizim Clevesli dilbere. İlk intiba önemli elbette...

Kral ıkına sıkına ancak yedi ay dayanabilmiş bu evliliğe. Almış Anne'i karşısına, "bence bizde ten uyuşmazlığı var, ben boşanmak istiyorum." demiş. Clevesli Anne, ne Aragonlu Catherine gibi direnmiş, ne de Anne Boleyn gibi "ölürüm de boşanmam" demiş. "Valla bence de en temizi!" diyip kabul etmiş boşanmayı. Kral zaten tekin adam değil, sağı solu belli olmuyor, ters bir şey söyler de kellesinden olur diye hiç karşı çıkmamış.

Henry de kral ya şimdi, arkasından ileri geri konuşmasınlar diye kendini haklı çıkarmak istemiş. İngiltere halkına, Anne'in daha öncesinden başka biriyle sözlü olduğu için bu evliliğin zaten geçersiz olduğu ve iptal edildiği söylenmiş. Kusur illa ki kadında olacak çünkü!

Anne'den boşandıktan sonra kral ona nafaka olarak saraylar, mücevherler, araziler verir. Aslında bu hediyeler kral için bir nevi, "aferin bana karşı gelmedin, dediğimi yaptın kelleyi korudun." demenin başka bir yolu. Bir de boşandıktan sonra tutmuş bunu "the king's sister" ilan etmiş. Hee tabi, baktı gideri yok, "dünya ahiret bacımsın", s...tir ordan!

Valla ben portrelere filan baktım bana kalırsa Henry'nin talip olduğu en giderli manita bu hatun gibi sanki. Ama tabi portreye bakınca Henry de öyle sanmıştı ya... Hayır bir de  The Tudors'ta Clevesli Anne'i Joss Stone oynamış (o bölümleri izlemedim ben ya püfff), gayet dünya güzeli, taş gibi hatun. Acaba dizi yapımcılarının amacı da, "kadında bişi yok hacı tamamen kralın şımarıklığı" demeye getirmek mi ki?

Bak az kalsın unutuyordum, kral Clevesli'den boşandıktan sonra başta Thomas Cromwell olmak üzre, onu bu kadınla başgöz etmeye çalışan kim varsa hepsini idam ettirmiş. Vay efendim siz büyücüsünüz de, vatan hainisiniz de, beni kandırdınız da evlendirdiniz bu godzillayla diyip bir bir öldürtmüş bizim reformcuları. Arada bir iki tane papacı da kaynamış ama onlar neden bok yoluna gitmiş hiç bilemiyorum.

Böylece Henry 4. karısını da başından savuşturmuş oluyor sevgili canlar. Clevesli de o saatten sonra bir daha da evlenmemiş. Kendisine hediye edilen saraylarda kedileriyle ve nedimeleriyle yaşayıp 40-41 yaşlarında hakkın rahmetine kavuşmuş.

Muhtemelen, "ben seni beğenmedim" diyerek kadının özgüvenini kırdı Henry domuzu. Böyle bir muameleye maruz kalan her kadın zannımca biraz soğurdu erkeklerden de, evlilikten de. Ama bizim VIII. Henry ne kadınlardan ne de evlilikten soğur. Celeves dilberinden boşanır boşanmaz Catherine Howard'a takar kancayı.

Emme velakin her zamanki gibi sözü fazla uzattığım içüüün, devamını diğer sekansa bırakıyorum... Kadersiz çocuk Catherine Howard'ın hikayesini başka sefere okursunuz artık. "Catherine Howard's Fate" diye şarkısı bile var hem...

Edit: "terim soğumadan hızla okumaya devam edeyim" diyenler buyursun:

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 3)


Friday 26 August 2011

Happy birthday little miss sunshine

I know you're not little anymore.
You're mentally even more grown up than me. :)
But I remember the sunny day you were born,
You, with your snowwhite face and golden blond hair ,
were shining more than the august sun :)


me and my sis, she was 2 or 3, and I was... whatever :)
(once upon a time)


This is the first year,
which you spend your birthday away from me.
Have you realized this detail? 
During 20 years,
We were together at your birthdays until this year.
Now you're on the land I was born, and I'm in your birthplace :)



an Ankara night together :)


Briefly,
I wish you a year as beatiful as your lovely face...
Happy birthday my little miss, once blondie sunshine...

Thursday 25 August 2011

Kitlesel MİM


Selam sevgili okur, (bunu yazmaya nasıl bayılıyorum anlatamam) en mimsever blogger crazywomanrosemary geçenlerde yepyeni bir mimle huzurlarımıza çıktı. Bu sefer mim çok daha kitlesel boyutta. Blogger "en"lerini seçiyormuş meğer. Baktım rosemary uğraşmış, didinmiş "N"lerini hazırlamış, ben de oturup bu kategorizasyona katkıda bulunayım dedim. Çorbada benim de tuzum bulunsun deel mi?  

Buyurun başlayalım;


En iyi tasarım mary daimon, sanırım blogun o karanlık, o gizemli görünümü bana çok çekici geliyor. 
En güncel : De te fabula narratur, güncellik diyince aklıma siyaset geliyor. Siyaset diyince de benimle aynı görüşleri paylaşan, takip etmekten çok keyif aldığım, yazarından çok şey öğrendiğim bu blog...
En kendini anlatan : uyumuycam'ın topladıkları, günlük yazar gibi birçok duyguyu içinde barındırıyor bu blog, neredeyse "arkası yarın" gibi sunuyor bize yazdıklarını bu blogun sevgili yazarı. 
En akıcı : bahar kokuları, okurken bir bakmışsın yazı akmış gitmiş, bitmiş. Tadı damakta kalmış :)
En güldüren : elbette açık ara masada boş bardaklar, eski ekşi sözlük yazarlarından bir eleman, tespitlerini yarılarak okuyorum. Ama güldürme konusunda t.u.b.a'nın karaladıkları'nı da es geçemem, vicdanım el vermez.
En aşık  : buna cevabım zaten kesinlikle, holywitch :), haa bir de OYUN ÇOCUĞU var, değil mi? Nasıl unuturum ;)
En Eleştiren : komünal işkembe, bireysel ve toplumsal yapıdaki eleştirilerine katılmadan edemedğim çok nadirdir inanın. 
En Bilgilendiren : L A F A N İ N O, gidiyor, geziyor, görüyor en nihayetinde bizi bilgilendirmek için canla başla çalışıyor bu crazywomanrosemary. Daha ne olsun!
En aranan bloger : valla hacım ben en çok görünen o ki yazıyorum'u arıyorum. Eskiden bol bol, severek yazardı, ama artık uğramaz oldu blog'a, öksüz bıraktı oraları.
Sonuç olarak sevgili okurlar, bunlar da benim "N" lerim. Kategorileştirmek pek tarzım değildir, yine de değişiklik oldu benim için. Bu değişiklğe mazhar olmak isediğini düşündüğüm bir kaç blogu da ben mimleyeyim izninizle (ay ilk defa mimliyorum, çok heyecanlıyım).

Haydi gençler iş başına!

Monday 22 August 2011

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 1)

VIII. Henry
 (şu tipe bah yaa, tipine s..tığım)
VIII. Henry'nin ismini mutlaka en az bir kez duymuşsunuzdur. Daha çok "uçkuruna sahip çıkamayan kral" olarak bilinir. İngiltere'de Tudor Hanedanı'na mensup ikinci hükümdar olup babası VII. Henry'den sonra tahta geçmiştir. Aslında babalarının ölümünden sonra tahta geçme hakkı abisi Arthur'un idi, velakin Arthur'un ani ölümü sonucunda tahta adı batasıca Henry geçti, sene 1509.

Şimdi durup dururken neden bu adamla ilgili bir şeyler yazma gereği duydum? Geçen The Tudors'ın final bölümlerini izlerken bu adama duyduğum nefret depreşti de, hakkında bir iki kelam edeyim, hırsımı alayım dedim. Dizinin de ilk iki sezonundan sonrasını izlemediydim halbüse, ama duydum ki final yapıyormuş, bir bakayım dedim Jonathan Rhys Meyers'i yeteri kadar korkunç hale getirebilmişler mi Henry'nin yaşlılığını canlandırırken. Ellerinden geldiğince Henryleştirmişler adamı tabi.

Benim bu adamdan gıcık kapma hikayem taaa lise 2 günlerine dayanıyor. (Şayet bir şeyden ölesiye nefret ediyorsam temeli kuvvetle muhtemel çocukluğumda atılmış oluyor, Freud'a selam ediyorum burdan, gözümsün!) Sınıfımızın kitaplığında 8.Henry'yle ilgili İngilizce hikaye kitabı bulmuştum, "kimmiş la bu Henry, dur bi okuyim ben bunu!" dedim. O zamanlar da hasta feministim, delikanlı çağlarım ya, her duyguyu, her fikri doruklarda yaşıyorum. Benimki feminizm değil, faşizm neredeyse, cinsiyet faşizmi, hiç abartmıyorum!

Bir de bak yeni farkına vardım, bizim okulda her sınıfın kendi kitaplığı vardı. Kitaplıkta da İngilizce, Türkçe bir dolu kitap. Şimdi nerede öyle okullar azizim?

Neyse devam edeyim teneşirlere gelesice Henry'yi anlatmaya. Bir adam düşün ki uçkuruna, nefsine zerre sahip çıkamasın; fiziksel hazlarını her şeyden üstün tutsun. E adam bir de kral olunca tabi gerektiğinde bu fiziksel hazlar için bir ordu masumu acımadan kılıçtan da geçiriyor.

Bizim Henry ömrünün vefa ettiği süre içerisinde 6 tane kadınla evleniyor. Bunun yanı sıra sayısız da metres ediniyor kendine. O vakitler bu metreslerin çetelesini tutan var mıydı acaba? Sarayda öyle bir yetki olduğunu düşünsenize... Metresleri bilemem de, bu adamın hayatına giren, girmeye mecbur bırakılan 6 talihsiz kadından bahsetmek istiyorum. (Lise 2'den beri okuduğum onca kitap bir işe yarasın değil mi?)

Aragonlu Catherine
Aragonlu Catherine Henry'nin ilk eşidir. İspanya kraliyet ailesine mensup bu asil kadın (Catherina) esasında Henry'nin abisi Arthur'la evlendirilir. Arthur'un ani ölümü ve Catherine'la aralarında cinsel münasebet olmaması hasebiyle evlilikleri geçersiz sayılır. Henry'nin babası ölmeden önce oğluna Catherine ile evlenmesini vasiyet eder (hakkında bir dolu spekülasyon var, ama konumuzun dışında olduğu için değinmeyeceğim). Henry bunu kabul eder ve halihazırda müstakbel kraliçe olan Catherine'le evlenir. Dindar ve yardımsever bir kadın olan kraliçe halk tarafından da çok sevilir.

Velhaslıl Henry'nin Catherina hevesi çabuk biter. Yaklaşık 24 yıllık evlilikleri süresince eşini bir çok kez aldatır Henry, ama o dönem bunlar kral için gayet normal karşılanır, Catherina da dahil kimse sesini çıkarmaz bu durumua. Evlilikleri öyle bata çıka yaklaşık 24 yıl devam eder, ta ki kral Anne Boleyn'le tanışana kadar...

Ama Catherine'in gözü, kendisine çektirdiği tüm acılara rağmen Henry'den başkasını görmez. Resmen ayrılıp, saraydan uzaklaştırıldıktan bir kaç yıl sonra ruhunu teslim etmek üzreyken, Henry'ye ölüm döşeğinde yazdığı mektubun son cümlesi şöyledir:

"son olarak, yemin ediyorum ki, gözlerim her şeyden çok seni görmeyi arzuluyor..."

Annesi İspanya kraliçesi İsabella gibi savaşçı bir kadındı, yardımseverdi, biraz fazla dindardı ama harbi kadındı Catherine. Lakin ne yaparsın ki bahtsızdı nur içinde yatsın...

Anne Boleyn, İngiltere kraliyetinin efsane kadınıdır, bizdeki Hürrem Sultan neyse Anne Boleyn de odur İngiltere için. Bir sürü kitaba, filme konu olmuştur bu kadının kısacık ömrü. VIII. Henry ile ilgili her eserde başı çeken isimlerdendir. Neden mi? Hemen başlayalım anlatmaya:

Efenim bu kadıncağız evvela aileden şanssız. Babası Thomas Boleyn diplomat, kralın en yakınındaki adamlardan, fakat bir o kadar da kaypak. Önce evli barklı kızı Mary Boleyn'i krala peşkeş çekiyor, allem edip kallem edip damadını sürgüne göndertiyor, Mary'yi krala metres yapıyor. Bir süre sonra bakıyor ki kral Mary'den sıkılmaya başladı, adamın gönlü başka taraflara kayıyor hemen Anne'i sokuyor devreye. Anne de o vakitler önce Hollanda'da sonra Fransa'da saray nedimeliği yapmış, iyi eğitim almış bir kızcağız. O zamanların kadınlarından farklı olarak özgüveni yüksek, tavırları rahat filan kralın dikkatini hemencik çekiyor.

Aslında saraya gelmeden önce dük Henry Percy ile evlendirilmişti, lakin dükün daha öncesinden başka biriyle evlendiği ortaya çıkınca evlilikleri iptal oldu elbette. Artık hür bir kadın olan Anne dükten yediği kazık ve ailesinin doymak bilmeyen iktidar arzusundan dolayı kralı tavlama hırsına kapılıyor ve sarayda daha çok boy göstermeye başlıyor, güya metres olan kız kardeşini ziyaret ediyormuşcasına. Kralın Anne'i farkedip ona vurulması uzun zaman almıyor, adam zaten şıpsevdi, dişi sineğin zarf attığını görse halleniyor itin ürediği!

Ama Anne akıllı, Mary gibi metres olmayı kabul etmiyor, evlenmeden koklatmam diyor. E kral o sıra Catherina'yla evli, zinhar evlenemez Anne'le, "valla bana ne" diyor bizim Anne, "ya kraliçe olacağım, o tacı giyip tahta oturacağım, ya da sittin sene iç çamaşırlarımla idare edersin!" Kral ne etsin, aşk gözünü kör ediyor, bizim zilli Anne de hergün türlü oyunlarla, işvelerle arzusunu körüklüyor adamın. Bu da Catherine'dan boşanmaya karar veriyor en nihayetinde.

Catherine, ölürüm de boşanmam diyince çareyi papa hazretlerine çıkmakta buluyor bizim Henry. "Ben abimin karısıyla evlendiğim için pişmanlık duyuyorum." diyor. "8 tane çocuğumuz oldu aralarından sadece biri yaşadı" diyor (Mary Tudor). Sonuç olarak evliliğinin lanetli olduğunu iptal edilmesini istiyor, zaten Catherine'le evlendiğinde onun çoktan abisinin karısı olduğunu falan anlatıyor. Yani kadının iffetine, haysiyetine iftiralar atarak onu başından atmaya çalışıyor.

Ama katolik kilisesi bunu yer mi? Yemiyorlar, kraliçeyi ifade vermeye çağırıyorlar, o da İncil'in üzerine el basıyor "ekmek çarpsın evliliğimde bir kusur yok!" diyor. Kilise kraliçeyi haklı bulup kralın talebini reddediyor. O zamanlar kral bir de varis derdine düşmüş tabi. Catherine'den olan oğulları doğduktan sonra hep ölmüşler, geriye bir Mary kalmış o da kız olduğundan işe yaramaz diyor eşşoğleşşek. (ardından gelen I. Elizabeth'in yaptıklarından sonra utancından mezarında takla atmış mıdır acaba domuzun dölü!)

Anne Boleyn
Kral, "ulan ne bok yesem de Catherine'i rafa kaldırsam acaba?" diye düşünürken reformist Boleyn ailesi el birliğiyle kralın beynini yıkamaya girişiyorlar. Martin Luther'dan bahsediyorlar, bağımsız kilise diyorlar, reform diyorlar ve kralın aklını çeliyorlar. Bu yeni fikirler ışığında kral buldumcuk olmuş gibi seviniyor ve katolik kilisesine resti çekiyor. "Artık size bağlı değilim, kendi kilisemi kuruyorum, vaktiyle sizin adınıza katlettiğim onca protestana da Allah rahmet eylesin, iyi insanlardı ama bağnaz kilisenin oyununa geldim haklarını helal etsinler." diyor ve papa bunları aforoz ediyor. "Çok da şeyimde!" diyen VIII. Henry hemen Anglikan kilisesini kuruyor ve kendini de kilisenin başı ilan ediyor. Hem halifeyim hem padişah, bundan sonra din de devlet de benden sorulur diyor ve Anglikan kilisesine bağlılık yemini etmeyen herkesi, saraylısını da köylüsünü de kılıçtan geçiriyor. (Büyük bir kısmını da diri diri yaktırıyor.)

Tabi bu uğraşlar yaklaşık 6 yıl kadar sürüyor. Kralın kilisenin koltuğuna oturttuğu başpisikopos Thomas Cranmer, Catherine ile evliliklerini geçersiz sayıyor ve kızları Mary'yi de gayrımeşru ilan ediyor. Böylece Mary'nin varislik hakları da elinden alınmış oluyor (sonraları kral, ölmeden kısa bir süre önce Mary'yi tekrar varisi ilan ediyor). Bu esnada da İngiltere tarihinde ilk kez bir kadın yönetimde söz sahibi oluyor. Anne Boleyn "Pembroke Markizi" ünvanını alıyor. Hemen nikah kıyıyorlar ve Anne kraliçe tacını giyiyor. Yalnız o sırada Anne 4 aylık hamile, sen 6 yıla yakın sık dişini, işin nihayete ermesine 4 ay kala sal ipleri elinden, olmadı Anne, yakışmadı sana!

Nitekim, bu evlilik üç yıl sürer, hatta Anne'in kendi tabiriyle 1000 gün. Bu üç yıl içerisinde Anne üç kez hamile kalır fakat çocuklarından sadece, ileride İngiltere'nin en güçlü hükümdarı olacak olan Elizabeth hayatta kalır. Kral bakar ki bu evlilikte de hayır yok, kraliçe bir türlü erkek evlat doğuramıyor, onu da sepetlemenin yollarını arar bir şekilde. Hayır bir de Anne, Catherine gibi sakin, sessiz değildir, kralın kaçamaklarına göz yummaz. Hergün dırdır eder, ağlar sızlar kralı canından bezdirir. Zaten maymun iştahlı Henry o ara gönlünü başka bir güzele kaptırır, Jane Seymour'a.

Kralı dost edineceğim derken saray içerisinde bir çok da düşman kazanmıştır Anne. Kral onu emekliye ayırmanın planlarını yaparken bu düşmanlar harekete geçerler. Anne'in zaten büyücü olduğunu, o sayede kralı elde ettiğini, çocuklarının ölü doğmasının sebebinin de bu olduğunu ileri sürerler. Hatta bu Anne öyle şırfıntıdır ki kendi öz kardeşi George Boleyn de dahil saraydaki bir kaç erkekle zina yapmıştır evliliği süresince. Kral bunu öğrenince yıkılır(!) beyninden vurulmuşa döner ve Anne'i yargılanmak üzre Londra kulesine kapattırır.

Kardeşi George Boleyn, Anne'le ensest ilişki yaşadığını türlü işkencelere rağmen kabul etmez, "tövbe estafurullah, olum manyak mısınız lan sizin ananız, bacınız yok mu?" diye feryat eder. Diğer zanlılar Sir Francis Weston ve Henry Norris de, "dünya ahiret bacımızdır, kraliçemizdir" derler, onlar da kabul etmezler kraliçeyle zina yaptıklarını, onca işkenceye rağmen. Bir tek saray müzisyeni Mark Smeaton işkencelere dayanamaz ve kabul eder bu iftirayı. Hayvanın evladı!

Sonuç olarak kraliçe Anne 1000 günlük evliliğinin ardından ensest, zina ve vatan hainliği suçlarından idama mahkum edilir. Biricik kocası haşmetli majeste Henry ona üç adet seçenek sunar. Ya diri diri yakılacaktır, ya boynu baltayla kesilecektir, ya da kılıçtan geçirilecektir. Anne yakılmayı direkt listeden çıkarır. Baltayla öldürülmek de istemez çünkü bazen baltalar kör çıkabilmekte ve fazla can yakmaktadır. Başının kılıçla kesilmesini, celladın da Fransa'dan getirilmesini talep eder, zira Fransız cellatlar bu işin erbabıdır.

Anne'in idamından iki gün önce abisi George ve diğer tutuklular idam edilirler. İdamdan bir gün önce de VIII. Henry Anne'i Londra kulesinde ziyaret eder. Aralarında geçen kısa diyalogda Anne'in en akılda kalan sözleri şunlar olmuştur:

"Duyduğum kadarıyla cellat işinde oldukça iyiymiş, benim boynum da küçüktür zaten."

Anne 19 mayıs 1536'da idama götürülür. Ama idamdan önce Henry, vaktiyle yanıp tutuştuğu, uğruna koca kiliseye rest çektiği Anne'ciğinin canı yanmasın diye cellada talimat verir. Cellat da bu talimata uyarak Anne'in diz çöküp duaya başladığı ve dikkatinin dağınık olduğu bir anda vurur kılıcı boynuna. Hatta o kadar ki, cellat Anne'in kesik başını eline alıp halka doğru tuttuğunda hala gözlerinin açık ve dudaklarının oynar halde olduğu söylenegelir. O zamanlar da kimse demez beyin, baş kesildikten sonra 10 saniye kadar daha fonksiyonlarını yerine getirir diye. "Vay aq, kadının başı kesildi hala konuşuyo lan, kesin büyücü anasını satim, kral boşuna öldürtmemiş!" der cahil cühela.

Ve anlıyoruz ki İngiltere'ye en parlak dönemini yaşatan I. Elizabeth zekasını annesinden almış. Anne, o dönemin kraliyet ailesi için de VIII. Henry için de fazla zeki bir kadınmış aslında. Yazık olmuş o zekaya. Hatta bir rivayete göre, kral ondan boşanmak ve ölmek arasında bir tercih yapmasını istemiş ve Anne ölmeyi tercih etmiş. Şayet boşanmayı seçerse kızı Elizabeth'in gayrımeşru sayılacağını ve taht üzerindeki hakkını kaybedeceğini biliyormuş çünkü.

İşte o vakit İngiltere tarihi çok daha farklı, belki de çok daha kötü bir seyir alacaktı. İngiltere, şu çok övündüğü şanlı tarihini, yerlere göklere sığdıramadıkları kraliçeleri Elizabeth'in varlığını bu kadının yaptığı seçime borçlu...

Anne Boleyn hakkında yazılan çizilen bir sürü kitap olmasının yanında, hayatı birçok kez sineman ve tiyatroya uyarlanmıştır. Bunlardan en ünlüleri 1969 yapımı "Anne of a Thousand Days" (bin günlük mutluluk) filmi, ve son bir kaç yıldır isminden sıkça söz ettiren "The Other Boleyn Girl" (Boleyn kızı) kitabı ve onun filme uyarlanışı.

Biraz fazla uzun oldu farkındayım, o sebeple VIII. Henry'nin talihsiz eşlerini anlatma sekansıma burada ara vereceğim.

Pek yakında, kaldığım yerden, yani Jane Seymour'dan devam edeceğim. Şayet bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrını gösterdiyseniz ve hoşunuza da gittiyse, devamını da okumanızı tavsiye ederim.

Edit: seriyi tamamladım gençler, buyurun devamı:

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 2)
Adam değilsin VIII. Henry (vol. 3)