Tuesday, 30 August 2011

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 3)

Henry Tudor serisine başlarken bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim aslında. Hatta tek seferde yazıp koyarım kenara dedim ama ı ıh, bu iş o kadar kolay değilmiş meğer. Kesiyorum, kırpıyorum, bazı isimleri atlıyorum (Thomas More konusuna hiç değinmedim mesela, başka bir seriye sakladım...) yine de bir bakıyorum dünyayı yazmışım. Aslında bana kalsa ben sayfalarca yazarım da şimdinin gençleri okumayı pek sevmiyor azizim. (Şaka lan şaka hemen dudak bükmeyin!).

Neyse üçüncü sekansımıza hız kesmeden başlayalım ve VIII. Henry'nin zevcelerini tanımaya devam edelim.

Serinin ilk yazısında (yani tam olarak şurada) İspanyol asıllı kraliçe, asil kadın Aragonlu Catherine'den ve iktidar hırsının kurbanı Anne Boleyn'den bahsemiştik. İkinci yazıda ise Jane Seymour ve Clevesli Anne'den dem vurmuştuk. Sıra geldi Henry şerefsizinin 5. karısı, kara bahtlı, kem talihli kızcağız Catherine Howard'a.

Catherine Howard, Anne Boleyn'in (Henry'nin ikinci eşi, I. Elizabeth'in annesi bildiğiniz üzre) anne tarafından kuzeni olur. Daha gencecikken, 17-19 yaşındayken filan (tam doğum tarihi bilinmiyor) amcası Thomas Howard tarafından saraya getirilir, Clevesli Anne'e nedime olsun diye. Amcası da o vakitler Norfolk dükü, yani kralın etrafındaki bir sürü godoştan  biri.


Catherine Howard
Catherine Howard amcasının gazıyla kralı etkilemeye çalışır. Anne Boleyn'e de o kadar benziyordur ki kralın dikkatini çekmekte gecikmez. Zaten daha ergen, küçücük kız, bunu sarayda hoplayıp zıplarken, çiçek böcek toplayıp sarayın çalışanlarıyla şakalaşırken gören kralın pek bir hoşuna gider bu genç kızcağız. Ama o zamanlar Clevesli Anne'le evli. 


Kral Clevesli'den boşanır boşanmaz Catherine'e evlenme teklif ediyor. Bu çocukcağız da sevindirik oluyor kral onunla evlenmek istedi diye. Ama sorsan zerre sevmiyor adamı. Kendisinden neredeyse 40 yaş büyük, yaşlı, çirkin. Hiç öyle Catherine'in hayalindeki beyaz atlı prens tipi yok adamda. Zaten Catherine eski sevgilisi müzik öğretmeni Frances Dereham'a aşık hala. Fakat yine de Clevesli'yle boşanmasından 15 gün sonra evleniyor kralla.


Kral bunu pek bir seviyor, hediyeler alıyor buna, "seninle birlikte gençliğimi yeniden kazandım" filan diyor. Gencecik kız, inci gibi, ona ayak uyduracağım diye sakat bacağıyla oradan oraya koşturuyor Henry de. Catherine'in eski sevgilisi müzik öğretmeni Frances Dereham kızın evlendiğini duyar duymaz saraya ziyaretine geliyor ve kızı kandırıp kendisini onun özel sekreteri olarak atamasını sağlıyor. Sonra elbette dedikodular dönmeye başlıyor sarayda.


Bir de Catherine'in anne tarafından kuzeni Thomas Culpaper var, bu genç oğlan da sarayda görevli. Görevi nedir ne değildir bilemiyorum ama, bu ikisinin arasında bir yakınlaşma başlıyor. Başta akraba ayağına takılıyorlar ama sonradan ne etsin gencecik insanlar, birbirlerine aşık oluveriyorlar. Al bir dedikodu malzemesi de buradan yayılıyor sarayda.


Sarayda böyle ciddi dedikodu olur da kralın kulağına gitmez mi? Zaten Howard ailesinin de bir dolu düşmanı, Thomas Howard'ın ayağını kaydırmak isteyen bir dolu çakal var etrafta. Hemen kralı sağdan soldan kışkırtıyorlar Catherine Howard'a karşı. Başta inanmak istemiyor kral, seviyor çünkü genç karısını. Ama kulağına kraliçenin, bir vakitler Anne Boleyn'le ensest ilişki yaşadı diye öldürttüğü George Boleyn'in karısı Jane Parker'ın gözetmenliğinde (Jane Parker da Catherine'in yardımcısı o vakitler) Thomas Culpaper'la buluştuğu çalınınca çileden çıkıyor. Catherine'i zindana attırıyor hemen, daha evleneli de bir yıl olmamış...


Anglikan kilisesi başpisikoposu Thomas Cranmer'i dedikoduların aslı astarı var mı diye araştırması için görevlendiriyor. Bozacının şahidi şıracı! Cranmer da kraliçeyi kandırıyor itiraf edersen kral seni affedecek diye. Catherine uzun zaman önce Frances Dereham'la ilişkisi olduğunu fakat kralla tanışmadan önce bittiğini itiraf ediyor. Hatta onunla cinsi münasebet yaşadıklarını da söylüyor. Ama aralarındaki ilişki o saraya gelmeden zaten çoktan bitmiş. Saraya geldikten sonra da Dereham karliçeye şantaj yaptığı için onu sekreteri yapmak zorunda kalmış (buna başta kimse inanmıyor ama gerçek olduğu çok sonraları ortaya çıkıyor).


Thomas Culpaper'la aralarında hiçbir şey geçmediğine dair defalarca yemin ediyor, ama ona aşık olduğunu da inkar etmiyor Catherine. Bu suçlamalar ve araştırmalar esnasında kraliçe ünvanı elinden alınıyor, artık sadece "Catherine Howard" olarak anılacağı duyuruluyor. Ulan kadın kellesinin derdinde kim takar kraliçeliği! Hayır kraliçeliğinin hayrını mı gördü sanki, şahtı şahbaz oldu fukara!


Thomas Cranmer ve soruşturma ekibinin topladığı kesin kanıtlar (Catherine tarafından Culpaper'a yazılmış bir aşk mektubu) neticesinde Catherine Howard, Frances Dereham, Jane Parker ve Thomas Culpaper suçlu bulunuyorlar. Zaten erkekler günlerce işkence görüyorlar itiraf etsinler diye. Frances Dereham her şeyi bir bir anlatıyor belki yırtarım diye ama bilmiyor ki o zindana bir kez atıldın mı artık sadece idam edilmek için çıkarsın oradan.


Şubat 1542'de önce Frances Dereham ve Thomas Culpaper, ibret-i alem olsun diye meydanda asılarak idam ediliyorlar. Kafaları kesilip Catherine'in idama giderken geçeceği güzergah üzerinde birer kazığa çakılıyor. Onlardan (muhtemelen) bir gün sonra Jane Parker ve Catherine başları kör baltayla (kör kısmını ben uydurdum) kesilmek suretiyle öldürülmeye götürülüyorlar. 


Önce Jane yatıyor kütüğe. Catherine'in gözleri önünde öldürülüyor. Ardından Catherine geliyor ve infazı izleyen halka onun için dua etmelerini söyledikten sonra akıllarda en çok kalan şu cümleyi kuruyor.


"Kraliçe olarak ölüyorum, ama Culpaper'ın karısı olarak ölmeyi tercih ederdim!"  (hey yavrun be!) Sonrası malum zaten, anlatmama gerek yok.


Catherine öldükten sonra, Londra Kulesi'nin şapelinin bahçesindeki mezarlığa, kuzeni Anne Boleyn'in yanına gömülüyor.


Bir gün sonra gelen edit: Önceki yazıda bahsetmiştim ya hani "Catherine Howard's fate" diye şarkı bile var diye. Şarkı çok sevdiğim Blackmore's Night'a ait.

Sözleriyle birlikte, (The Tudors'tan görüntüler eşliğinde) şuradan dinleyebilirsiniz şarkıyı. Hatta hikayeyi bile anlatmış kısaca. Şarkı Catherine Howard'ın öyküsüne o kadar yakışmış ki, durup durup dinliyorum:





  

Catherine Parr, VIII. Henry'nin son ve en fazla evlenen karısı olarak anılır. (Diğerlerinin ömrü vefa etmemiş ki evlenmeye aq!)


Catherine Parr, Sir Thomas Parr ve Maun Green'in kızıdır. Maun Green, Aragonlu Catherine'in nedimelerindendir ve kızına da onun ismini vermiştir. Dünya üzerinde başka bir dürzü var mıdır ki son karısına ilk karısının ismi verilsin. Gerçi Maun Green ne bilsin kızının da (hemen hemen) aynı kaderi paylaşacağını! 


Catherine Parr
Catherine, ilk olarak 17 yaşındayken, Gainsborough baronu Thomas Borough'un oğlu Edward Borough'la evlenmiştir. Evliliği birkaç yıl sürdükten sonra eşini kaybetmiştir. Bundan bir yıl sonra (22 yaşındayken filan olsa gerek) Yorkshire'da bir baron olan John Neville, Catherine'in izdivacına talip olmuş (anam bunu da baronlardan aşağısı kurtarmıyor!) ve netice itibariyle evlenmişler. O esnalarda 40lı yaşlarında olan baronun 2 tane çocuğu vardır, Catherine ilk kez üvey annelik (hatta annelik diyelim biz buna) duygusunu tatmış bulunmaktadır.


Baronla ilgili birçok hikaye var aslında, bazı asi katoliklerle birlikte Yunanistan'a kaçmayı düşünmüş, sonra kendini saraya aldırmış filan. Ama konumuz baron değil elbette, o sebeple baronun isyan maceralarını, kaçış planlarını ve sonra kuyruğu kıstırıp teslim olup sarayda tutsak edilmesini falan anlatmayacağım. Netekim kendisi 1541 civarları ölüyor ve Catherine ikinci kez dul kalıyor, daha yaşı 31-32.

Artık yaşını başını almış kralın dikkatini çeken bu kadın esasında Jane Seymour'un kardeşi Thomas Seymour'a aşık oluyor, aşkı da karşılık buluyor işin kötüsü. Kötü diyorum çünkü onlar birbirleriyle evlenmeyi düşünürken kraldan Catherine'e evlenme teklifi geliyor. Kralın sözünün üstüne söz söylenmez deyyü bu ikisi aşklarını kalplerine gömüyorlar ve Catherine 1543'te kralla evleniyor.



Bir de deli protestan bizimki, öyle böyle değil. Annesinin çabası sayesinde de iyi eğitim görmüş, Fransızcası, Latincesi, İspanyolcası su gibi. Ama İngiltere'de katoliklik de protestanlık da yasak. Kral, katoliklere papanın onu aforoz ettiğinden, protestanlara da Anne Boleyn'in ihanetinden(!) beri gıcık kapıyor. Ya anglikansın ya da ölüme mahkumsun arkadaş, bu kadar net.


Catherine Parr'la nedimeleri harıl harıl yasaklı kitapları okuyorlar, özellikle protestan yazarların ellerinden çıkanları elbette. Öyle ki, bu kitapları bulunduranlar sapır sapır öldürülüyor, genelde diri diri yakılmak üzre. Kraliçe ve nedimelerinin bu kitapları elde etmesine kraliçenin arkadaşı olduğu söylenen reformist protestan Anne Askew'ün yardım ettiğine dair bir takım bilgiler yayılıyor sarayda.


Anne Askew kısa sürede yakalanıyor ve çeşitli işkencelerden geçiriliyor. Amaç kraliçeye kitap sızdırdığını itiraf etmesini sağlamak ve kraliçeyi de yargılayabilmek. Ama Anne Askew ne kraliçeyi ne de nedimeleri ele veriyor. Londra Kulesi'nde işkence gören ilk kadın olarak tarihe geçtikten sonra diri diri yakılarak öldürülüyor. Anne Askew'ün ağzından laf alamayan saray (çok afedersiniz) pezevenkleri kralı, kraliçenin yargılanması için ikna etmeye çalışıyorlar. Ama Henry bu sefer (hayret!) kraliçenin yargılanmasına kesinlikle izin vermiyor.


Kralın 1547'de 55 yaşında hayata gözlerini yummasıyla (aslında kuyruğu titretmesiyle, nalları dikmesiyle filan diyecektim de vazgeçtim nedense) Catherine Parr üçüncü kez dul kalır. Ve hemen sonra gerçek aşkı Thomas Seymour'la evlenir. Bu evlilikten Mary adında bir kızı olur, lakin bu kızcağız annesinin ölümünden iki yıl sonra ebediyete intikal eder. 


Catherine Parr, VIII. Henry'nin ölümünden sonra genç bir kız olan Elizabeth'in velisi olmayı kabul eder (Anne Boleyn'in kızı kraliçe I. Elizabeth). Yine onun yetiştirdiği (protestan olarak yetiştirdiği hatta) Jane Seymour'ın oğlu VI. Edward babasının ölümünden sonra Catherine Parr'ın desteğiyle tahta geçer (minnacık çocuk, daha 9 yaşında, gece tek başına tuvalete gidemeyen sabiyi kral yapıyorlar, ama mecburlar, sonuçta tek erkek varis).

Bir de şöyle bir durumla karşılaşır kraliçe, iktidar düşkünü kocası Thomas Seymour  varislerden Elizabeth ile yakınlaşmaya, kızı tavlamaya çalışır 
(bu sarayda bir tane düzgün, efendi adam yok mudur arkadaş, hepsinin mi sütü bozuk anlamadım ki!). Bunu farkeden Catherine Parr hem kıskançlıktan hem de üvey kızını koruma içgüdüsünden ötürü kızı saraydan uzaklaştırmaya mecbur kalır.



Bundan bir süre sonra hamile kalan Parr (kızı Mary), doğumdan kısa bir süre sonra, 37 yaşında ölür. Halk tarafından en çok sevilen kraliçe odur. Edward ve Elizabeth'in eğitimlerine fazlaca katkı sağlamış, ayrıca onları reformcu, protestanlar olarak yetiştirmiştir. 1545 yılında "Prayers or Meditations" adlı bir kitap yazmış, bunu kendi adıyla yayımlamıştır. Bu da ona "kendi adıyla kitap yayınlayan ilk İngiltere kraliçesi" ünvanını kazandırmıştır. Henry'nin ölümünden sonra "The Lamentation of a Sinner" adlı ikinci kitabını yayımlamıştır.


Ölümünden bir yıl sonra kocası Thomas Seymour varislerden biriyle evlenme planları yaparak (Elizabeth) krala ihanet etmekten idam edilmiştir...


Diyor ve VIII. Henry Tudor serisini burada noktalıyoruz sevgili canlar. Henry ölmeden önce vasiyetinde "İngiltere'nin gerçek kraliçesi" olarak adlandırdığı Jane Seymour'ın yanına gömülmek istediğini belirtmiş, netekim bu isteği gerçekleştirilmiştir.


Aslında seride Henry'nin aşk yaşadığı iki önemli kadından daha bahsetmek istiyordum, ilki Elizabeth Blount (Bessie Blount olarak da bilinir), diğeri ise Anne Boleyn'in kardeşi Mary Boleyn. Çünkü bu iki kadın Henry'yle metres hayatı yaşamalarına rağmen onun aşkını kazanmışlardı. Bessie Blount'un Henry'den bir oğlu, Mary Boleyn'in ise bir kızı bir oğlu olmuştu.


Tudor hanedanlığın önemli isimlerinden Thomas More ve Thomas Wolsey'den de bahsetmek istedim lakin yazının amacından sapmasını engellemek için bu iki önemli figüre değinmedim. VIII. Henry'nin eşlerinden bahsetmek için başlayıp politik ve dini isimlere uzun uzadıya yer vermek yazının seyrini bozar diye düşündüm.


Serinin ilk iki bölümü için buyurun:


Adam değilsin VIII. Henry (vol. 1)
Adam değilsin VIII. Henry (vol. 2)


Buraya kadar sabırla okuyan herkese teşekkürü bir borç bilirim. Çok uzun ve karmaşık olduğunu düşünüp okumaya üşenenler için de çok yakında "Cin Ali" serisine başlıyorum efenim. 


Şimdiden hayırlara vesile olması ümidiyle...

Sunday, 28 August 2011

Madımaklı lokum

madımaklı lokum



Hani yaz başında, Tutak'tan kesin dönüş yaparken Sivas'a gittiydim ya. 11 yıl sonra doğduğum topraklara ayak basmanın heyecanıyla (en son 14 yaşında gitmiştim) o sokak senin, bu cadde benim fingir fingir dolaşmıştım.

Buruciye'nin, kongrenin önünde bi dolu resim çekildikten sonra hızımı da alamayıp 2 Temmuz'da Sivas Katliamı anma etkinliklerine katılıp polisten gaz da yedim çok şükür. Üç yıldır biber gazı yemiyordum, Allah sizi inandırsın özlemişim.

Hah işte o kısa memleket ziyaretim esnasında caddelerde dolaşırken bir şekerlemecinin vitrininde "madımaklı lokum" etiketiyle karşılaştım. Bunu da mı göreceğidim yareppim, madımağın lokumunu yapmışlar diyip daldım dükkandan içeriye. Satıcıya:

"Cidden madımaklı lokum mu yaptınız, tadına bakabilir miyim, çok merak ettim." dedim. Eleman camlı dolaplara şöyle bir göz attıktan sonra boş bölmeyi işaret ederek:
"İkram etmeyi isterdim ama bakın kalmamış." dedi. Ümitsizlik içerisinde:
"Ama vitrinde koca bi tepsi var!" dedim.
"Onları aylar önce teşhir amaçlı koyduk oraya, bayatlamışlardır ikram edemeyiz." dedi.
"Ama... ama.. ama..."
"İsterseniz bilmem ne caddesindeki diğer şubemize bir uğrayın, orada bulursunuz mutlaka"
"Eeee peki. Bilmem ne caddesi mi demiştiniz?"
"Evet, şurdan yukarı doğru çıkın, sola dönün biraz ilerleyin hemen sağınıza çıkar."
"Sağolun, iyi günler..."

Ben elemanın tarif ettiği taraflara doğru yürürken caddenin ismi filan gitti aklımdan görüldüğü üzre. Ki zaten hafif yorulmuştum da, eve döndüm. Ertesi gün çarşıya indiğimde ise (2 Temmuz) yaklaşık yarım saat kadar teyzemle madımaklı lokumu ve o şekerlemecinin diğer şubesini aradık, fakat bulamadık. Büyük ihtimalle ben adamın tarifini yanlış hatırladım. Zaten caddenin ismini de hatırlamamıştım ki.

Sonuç olarak madımaklı lokum alamadan Sivas'tan ayrılmak zorunda kaldım. Eve döndüğümde de aileme madımaklı lokum arayışlarımı anlattım.

Onlar da unutmamışlar elbette, geçen hafta babam ve kardeşim birlikte Sivas'a gittiler. Bir akşamüstü kardeşim telefon etti, madımaklı lokumu nerede gördüğümü sordu. Ben de şekerlemecinin ismini, nerede bulunduğunu anlattım (tabi o efsanedeki şube değil, en işlek caddedeki şube). Ve duydum ki benim madımaklı lokum bulunmuş.

Bu sabah Trakya topraklarına ayak bastılar, bir kilo madımaklı lokumum artık ellerimin arasındaydı. Sonunda tadına bakabildim. Aslında benim hayalimde ıspanaklı pasta gibi bir tat vardı ama gayet kurutulmuş madımağı lokumun içine basmış adamlar. Çok cazip bir tadı yok, hindistan cevizli ya da çifte kavrulmuş lokum (ııımmgghhhh canım çekti) gibi seri yenebilecek bağımlılığı yaratmıyor insanın üzerinde ama, lokum ve yemeğini çok sevdiğim bir otun birleşimi, sırf memlekete saygıdan yenir yani.

Tutak'da köy okulunda çalışırkenki madımak toplama maceralarım geldi aklıma şimdi. Oralarda "kuş ekmeği" diyorlar madımağa, yemeği de yapılmıyor bildiğim kadarıyla, emin değilim şimdi yalan olmasın. Öğrenciler çiğ madımağı böyle maydonoz gibi tuzlayıp yediklerinden bahsetmişlerdi diye hatırlıyorum.

Şimdi mutfakta, bir kilo madımaklı lokum beni bekliyor. Muhtemelen toplam 5-6 tane yedikten sonra bir daha ağzıma sürmem ama insanoğlu ya meraktan ya da ..... demişler (boşluğu kendiniz doldurunuz piliiiizzz).

Ama yemeği... ama yemeği... bol çemenli şöyle, ımgggghhhh!

Saturday, 27 August 2011

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 2)

Geçtiğimiz günlerde VIII. Henry'ye duyduğum kin ve nefreti kusmak için başlayıp tarih dersine dönüştürdüğüm Adam değilsin VIII. Henry yazı dizime devam etmek için yeniden blog başındayım sevgili dostlar.

İlk yazıda bahtsız Aragonlu Catherine ve ailesinin kurbanı olan Anne Boleyn'den bahsetmiştim, bugün kaldığım yerden, Henry'nin üçüncü ve en çok sevdiği, "İngiltere'nin gerçek kraliçesi" olarak adlandırdığı karısından bahsedeceğim.

Jane Seymour, Henry'nin teee Anne Boleyn'le evliyken abayı yaktığı bir genç kızımızdır. Saraya Aragonlu Catherine'in nedimesi olarak gelir, daha sonra Anne Boleyn'e hizmet eder. En az Boleynler kadar hırslı ve iktidar düşkünü bir ailesi vardır. Derler ki ailesinin dayatmasıyla masum kız ayaklarına yatıp kralın altından girdi üstünden çıktı gönlünü çaldı haspa!

Jane Seymour
Kimi kaynaklara göre Jane aslında siyasetten filan anlamaz, ailesinin elinde bir piyondur sadece. Çünkü eğitimi ne Aragonlu Catherine, ne de Anne Boleyn kadar iyi değildir. Bu kızcağız hayırlı bir kısmet bulsun, boy boy çocuklar doğursun, etliye sütlüye karışmasın diye yetiştirilmiş, halk arasında "helal süt emmiş" diye tabir edilen kızlarımızdandır.

Gavurun dölü Henry, Anne'in idamından hemen sonra, daha 24 saat dolmadan gider Jane'i Allah'ın emri peygamberin kavliyle babasından ister, daha o gün sözlenir bunlar, Anne'in kırkı bile çıkmadan evlenirler hemen.

Henry Jane'i "İngiltere'nin ilk gerçek kraliçesi", kendisinin "ilk gerçek eşi" olarak görür, dünya bir yana Jane bir yanadır onun için. Jane de mülayim bir ev hanımıdır netekim. Ama onun Henry ile ilgili gerçek duyguları hiç kimse tarafından net olarak bilinmez. Aragonlu Catherine'in gayrımeşru ilan edilen kızı Mary'yi kanatlarının altına alır, yeniden sarayda yaşamasına vesile olur. Anne'in kızı Elizabeth'e de öz kızı gibi bakar. Ve Henry'nin yıllardır hasretiyle yanıp tutuştuğu "erkek" evladı ona yine Jane Seymour verir. VI. Edward'ı doğurarak Henry'yi dünyanın en mutlu g.t oğlanı yapar çok afedersiniz.

Ah ah, ama hiç kimse bilmez ki Jane, Anne Boleyn'in ahını almıştır. Anne, Henry'nin bu kadına ilgisini zaten biliyordur ya, ölüm fermanı verilir verilmez, Jane'in doğumdan sonra çocuğunun hayrını göremeden ölmesini diler tüm kalbiyle. Ne Jane o evliliğin hayrını görsün, ne de Henry diye yalvarır yaradana.

Hah sonra ne mi olur? Jane doğumdan bir kaç gün sonra, evladının vaftiz törenine bile katılamadan ölür. Bir rivayete göre Henry, Jane'in tabutunun başında anıra anıra ağlar. "İlk gerçek aşkım" dediği kadının kaybetmesinin ardından derin bunalımlara girer, beter olasıca!

Bu evlilik aslında en çok Aragonlu Catherine'in kızı Mary'ye (daha sonraları Bloody Mary diye anılacaktır) yaramıştır. Hem saraya döner, hem de VI. Edward'ın vaftiz annesi olmakla ödüllendirilerek saraydaki yerini sağlamlaştırır.

Bundan sonra VIII. Henry için mantık evliliği dönemi başlar. İki yıl boyunca (Henry puştu için rekor niteliği taşıyan koskoca iki yıl) bekar yaşar, biricik Jane'inin yasını tutar. Ama yaş ilerliyor elbette, gençlik zaten gitmiş. Eşe dosta, yakınlarına helal süt emmiş, saraylara layık, aklı başında, oturmasını kalkmasını bilen ama burnunu öyle her şeye sokmayan, git dedin mi gidecek, gel dedin mi gelecek, boyu boyuna, huyu huyuna bir kız arasınlar diye haber salar.

Kralın sağ kolu, genel sekreteri reformcu Thomas Cromwell sayesinde dördüncü izdivacı için münasip bir eş bulunur kendisine. (Arkadaş bir kralın etrafında bu kadar mı godoş barınır!)

Clevesli Anne, taa Cleves diyarlarından (aslında Cleves ne yanına düşer hiçbir fikrim yok ha! Hollanda'nın oralarda mıydı ki acep?) gelir kraliçe olmaya. Cleves dükünün kızıdır, anası babası reformcudur bunun, maaile "lutheryan"dırlar.

Thomas Cromwell bu hanım kızın bir portresini gösterir krala. (Tabi Cromwell'in amacı Avrupa'nın diğer bölgelerinden İspanyollar'a karşı müttefik kazanmak. Kralın zevki zerre şeyinde değil kısacası) Kral, "hmm" der, "gideri var, söyleyin atlasın gelsin görüşelim." Clevesli Anne kısa zamanda kralın huzuruna çıkarılır. Henry bir buna bakar, bir portreye, "Allah allah" der, "Ulan bi resimdeki huriye bak, bi de karşımdaki gudubete..." Şaşırır filan ama çaktırmaz. Aman yaaa evleneyim gitsin diye düşünür, olmazsa kafaya kese kağıdı filan... hallederiz.

Clevesli Anne
Bunlar evlenirler. İlk geceden sonra kralın Anne'den memnun olmadığı herkesçe farkedilir. (Bana kalırsa çirkin filan değildi Clevesli Anne, yalnız biraz soğuktu, e adam da alışmış işveye, cilveye, fingirdeşmeye tabi. Sarayda kraliçe, mutfakta aşçı, yatakta o...pu olabilecek kadınlara düşkün sonuçta...)

Bir de şöyle bir şey söylenegelir, Anne kralın huzuruna ilk çıktığı gün buna milletin içinde laf sokmuş (artık ne dediyse) kral da o gün bir bozulmuş (çok da fifi, iyi olmuş eşşoğlusuna) bir daha ısınamamış bizim Clevesli dilbere. İlk intiba önemli elbette...

Kral ıkına sıkına ancak yedi ay dayanabilmiş bu evliliğe. Almış Anne'i karşısına, "bence bizde ten uyuşmazlığı var, ben boşanmak istiyorum." demiş. Clevesli Anne, ne Aragonlu Catherine gibi direnmiş, ne de Anne Boleyn gibi "ölürüm de boşanmam" demiş. "Valla bence de en temizi!" diyip kabul etmiş boşanmayı. Kral zaten tekin adam değil, sağı solu belli olmuyor, ters bir şey söyler de kellesinden olur diye hiç karşı çıkmamış.

Henry de kral ya şimdi, arkasından ileri geri konuşmasınlar diye kendini haklı çıkarmak istemiş. İngiltere halkına, Anne'in daha öncesinden başka biriyle sözlü olduğu için bu evliliğin zaten geçersiz olduğu ve iptal edildiği söylenmiş. Kusur illa ki kadında olacak çünkü!

Anne'den boşandıktan sonra kral ona nafaka olarak saraylar, mücevherler, araziler verir. Aslında bu hediyeler kral için bir nevi, "aferin bana karşı gelmedin, dediğimi yaptın kelleyi korudun." demenin başka bir yolu. Bir de boşandıktan sonra tutmuş bunu "the king's sister" ilan etmiş. Hee tabi, baktı gideri yok, "dünya ahiret bacımsın", s...tir ordan!

Valla ben portrelere filan baktım bana kalırsa Henry'nin talip olduğu en giderli manita bu hatun gibi sanki. Ama tabi portreye bakınca Henry de öyle sanmıştı ya... Hayır bir de  The Tudors'ta Clevesli Anne'i Joss Stone oynamış (o bölümleri izlemedim ben ya püfff), gayet dünya güzeli, taş gibi hatun. Acaba dizi yapımcılarının amacı da, "kadında bişi yok hacı tamamen kralın şımarıklığı" demeye getirmek mi ki?

Bak az kalsın unutuyordum, kral Clevesli'den boşandıktan sonra başta Thomas Cromwell olmak üzre, onu bu kadınla başgöz etmeye çalışan kim varsa hepsini idam ettirmiş. Vay efendim siz büyücüsünüz de, vatan hainisiniz de, beni kandırdınız da evlendirdiniz bu godzillayla diyip bir bir öldürtmüş bizim reformcuları. Arada bir iki tane papacı da kaynamış ama onlar neden bok yoluna gitmiş hiç bilemiyorum.

Böylece Henry 4. karısını da başından savuşturmuş oluyor sevgili canlar. Clevesli de o saatten sonra bir daha da evlenmemiş. Kendisine hediye edilen saraylarda kedileriyle ve nedimeleriyle yaşayıp 40-41 yaşlarında hakkın rahmetine kavuşmuş.

Muhtemelen, "ben seni beğenmedim" diyerek kadının özgüvenini kırdı Henry domuzu. Böyle bir muameleye maruz kalan her kadın zannımca biraz soğurdu erkeklerden de, evlilikten de. Ama bizim VIII. Henry ne kadınlardan ne de evlilikten soğur. Celeves dilberinden boşanır boşanmaz Catherine Howard'a takar kancayı.

Emme velakin her zamanki gibi sözü fazla uzattığım içüüün, devamını diğer sekansa bırakıyorum... Kadersiz çocuk Catherine Howard'ın hikayesini başka sefere okursunuz artık. "Catherine Howard's Fate" diye şarkısı bile var hem...

Edit: "terim soğumadan hızla okumaya devam edeyim" diyenler buyursun:

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 3)


Friday, 26 August 2011

Happy birthday little miss sunshine

I know you're not little anymore.
You're mentally even more grown up than me. :)
But I remember the sunny day you were born,
You, with your snowwhite face and golden blond hair ,
were shining more than the august sun :)


me and my sis, she was 2 or 3, and I was... whatever :)
(once upon a time)


This is the first year,
which you spend your birthday away from me.
Have you realized this detail? 
During 20 years,
We were together at your birthdays until this year.
Now you're on the land I was born, and I'm in your birthplace :)



an Ankara night together :)


Briefly,
I wish you a year as beatiful as your lovely face...
Happy birthday my little miss, once blondie sunshine...

Thursday, 25 August 2011

Kitlesel MİM


Selam sevgili okur, (bunu yazmaya nasıl bayılıyorum anlatamam) en mimsever blogger crazywomanrosemary geçenlerde yepyeni bir mimle huzurlarımıza çıktı. Bu sefer mim çok daha kitlesel boyutta. Blogger "en"lerini seçiyormuş meğer. Baktım rosemary uğraşmış, didinmiş "N"lerini hazırlamış, ben de oturup bu kategorizasyona katkıda bulunayım dedim. Çorbada benim de tuzum bulunsun deel mi?  

Buyurun başlayalım;


En iyi tasarım mary daimon, sanırım blogun o karanlık, o gizemli görünümü bana çok çekici geliyor. 
En güncel : De te fabula narratur, güncellik diyince aklıma siyaset geliyor. Siyaset diyince de benimle aynı görüşleri paylaşan, takip etmekten çok keyif aldığım, yazarından çok şey öğrendiğim bu blog...
En kendini anlatan : uyumuycam'ın topladıkları, günlük yazar gibi birçok duyguyu içinde barındırıyor bu blog, neredeyse "arkası yarın" gibi sunuyor bize yazdıklarını bu blogun sevgili yazarı. 
En akıcı : bahar kokuları, okurken bir bakmışsın yazı akmış gitmiş, bitmiş. Tadı damakta kalmış :)
En güldüren : elbette açık ara masada boş bardaklar, eski ekşi sözlük yazarlarından bir eleman, tespitlerini yarılarak okuyorum. Ama güldürme konusunda t.u.b.a'nın karaladıkları'nı da es geçemem, vicdanım el vermez.
En aşık  : buna cevabım zaten kesinlikle, holywitch :), haa bir de OYUN ÇOCUĞU var, değil mi? Nasıl unuturum ;)
En Eleştiren : komünal işkembe, bireysel ve toplumsal yapıdaki eleştirilerine katılmadan edemedğim çok nadirdir inanın. 
En Bilgilendiren : L A F A N İ N O, gidiyor, geziyor, görüyor en nihayetinde bizi bilgilendirmek için canla başla çalışıyor bu crazywomanrosemary. Daha ne olsun!
En aranan bloger : valla hacım ben en çok görünen o ki yazıyorum'u arıyorum. Eskiden bol bol, severek yazardı, ama artık uğramaz oldu blog'a, öksüz bıraktı oraları.
Sonuç olarak sevgili okurlar, bunlar da benim "N" lerim. Kategorileştirmek pek tarzım değildir, yine de değişiklik oldu benim için. Bu değişiklğe mazhar olmak isediğini düşündüğüm bir kaç blogu da ben mimleyeyim izninizle (ay ilk defa mimliyorum, çok heyecanlıyım).

Haydi gençler iş başına!

Monday, 22 August 2011

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 1)

VIII. Henry
 (şu tipe bah yaa, tipine s..tığım)
VIII. Henry'nin ismini mutlaka en az bir kez duymuşsunuzdur. Daha çok "uçkuruna sahip çıkamayan kral" olarak bilinir. İngiltere'de Tudor Hanedanı'na mensup ikinci hükümdar olup babası VII. Henry'den sonra tahta geçmiştir. Aslında babalarının ölümünden sonra tahta geçme hakkı abisi Arthur'un idi, velakin Arthur'un ani ölümü sonucunda tahta adı batasıca Henry geçti, sene 1509.

Şimdi durup dururken neden bu adamla ilgili bir şeyler yazma gereği duydum? Geçen The Tudors'ın final bölümlerini izlerken bu adama duyduğum nefret depreşti de, hakkında bir iki kelam edeyim, hırsımı alayım dedim. Dizinin de ilk iki sezonundan sonrasını izlemediydim halbüse, ama duydum ki final yapıyormuş, bir bakayım dedim Jonathan Rhys Meyers'i yeteri kadar korkunç hale getirebilmişler mi Henry'nin yaşlılığını canlandırırken. Ellerinden geldiğince Henryleştirmişler adamı tabi.

Benim bu adamdan gıcık kapma hikayem taaa lise 2 günlerine dayanıyor. (Şayet bir şeyden ölesiye nefret ediyorsam temeli kuvvetle muhtemel çocukluğumda atılmış oluyor, Freud'a selam ediyorum burdan, gözümsün!) Sınıfımızın kitaplığında 8.Henry'yle ilgili İngilizce hikaye kitabı bulmuştum, "kimmiş la bu Henry, dur bi okuyim ben bunu!" dedim. O zamanlar da hasta feministim, delikanlı çağlarım ya, her duyguyu, her fikri doruklarda yaşıyorum. Benimki feminizm değil, faşizm neredeyse, cinsiyet faşizmi, hiç abartmıyorum!

Bir de bak yeni farkına vardım, bizim okulda her sınıfın kendi kitaplığı vardı. Kitaplıkta da İngilizce, Türkçe bir dolu kitap. Şimdi nerede öyle okullar azizim?

Neyse devam edeyim teneşirlere gelesice Henry'yi anlatmaya. Bir adam düşün ki uçkuruna, nefsine zerre sahip çıkamasın; fiziksel hazlarını her şeyden üstün tutsun. E adam bir de kral olunca tabi gerektiğinde bu fiziksel hazlar için bir ordu masumu acımadan kılıçtan da geçiriyor.

Bizim Henry ömrünün vefa ettiği süre içerisinde 6 tane kadınla evleniyor. Bunun yanı sıra sayısız da metres ediniyor kendine. O vakitler bu metreslerin çetelesini tutan var mıydı acaba? Sarayda öyle bir yetki olduğunu düşünsenize... Metresleri bilemem de, bu adamın hayatına giren, girmeye mecbur bırakılan 6 talihsiz kadından bahsetmek istiyorum. (Lise 2'den beri okuduğum onca kitap bir işe yarasın değil mi?)

Aragonlu Catherine
Aragonlu Catherine Henry'nin ilk eşidir. İspanya kraliyet ailesine mensup bu asil kadın (Catherina) esasında Henry'nin abisi Arthur'la evlendirilir. Arthur'un ani ölümü ve Catherine'la aralarında cinsel münasebet olmaması hasebiyle evlilikleri geçersiz sayılır. Henry'nin babası ölmeden önce oğluna Catherine ile evlenmesini vasiyet eder (hakkında bir dolu spekülasyon var, ama konumuzun dışında olduğu için değinmeyeceğim). Henry bunu kabul eder ve halihazırda müstakbel kraliçe olan Catherine'le evlenir. Dindar ve yardımsever bir kadın olan kraliçe halk tarafından da çok sevilir.

Velhaslıl Henry'nin Catherina hevesi çabuk biter. Yaklaşık 24 yıllık evlilikleri süresince eşini bir çok kez aldatır Henry, ama o dönem bunlar kral için gayet normal karşılanır, Catherina da dahil kimse sesini çıkarmaz bu durumua. Evlilikleri öyle bata çıka yaklaşık 24 yıl devam eder, ta ki kral Anne Boleyn'le tanışana kadar...

Ama Catherine'in gözü, kendisine çektirdiği tüm acılara rağmen Henry'den başkasını görmez. Resmen ayrılıp, saraydan uzaklaştırıldıktan bir kaç yıl sonra ruhunu teslim etmek üzreyken, Henry'ye ölüm döşeğinde yazdığı mektubun son cümlesi şöyledir:

"son olarak, yemin ediyorum ki, gözlerim her şeyden çok seni görmeyi arzuluyor..."

Annesi İspanya kraliçesi İsabella gibi savaşçı bir kadındı, yardımseverdi, biraz fazla dindardı ama harbi kadındı Catherine. Lakin ne yaparsın ki bahtsızdı nur içinde yatsın...

Anne Boleyn, İngiltere kraliyetinin efsane kadınıdır, bizdeki Hürrem Sultan neyse Anne Boleyn de odur İngiltere için. Bir sürü kitaba, filme konu olmuştur bu kadının kısacık ömrü. VIII. Henry ile ilgili her eserde başı çeken isimlerdendir. Neden mi? Hemen başlayalım anlatmaya:

Efenim bu kadıncağız evvela aileden şanssız. Babası Thomas Boleyn diplomat, kralın en yakınındaki adamlardan, fakat bir o kadar da kaypak. Önce evli barklı kızı Mary Boleyn'i krala peşkeş çekiyor, allem edip kallem edip damadını sürgüne göndertiyor, Mary'yi krala metres yapıyor. Bir süre sonra bakıyor ki kral Mary'den sıkılmaya başladı, adamın gönlü başka taraflara kayıyor hemen Anne'i sokuyor devreye. Anne de o vakitler önce Hollanda'da sonra Fransa'da saray nedimeliği yapmış, iyi eğitim almış bir kızcağız. O zamanların kadınlarından farklı olarak özgüveni yüksek, tavırları rahat filan kralın dikkatini hemencik çekiyor.

Aslında saraya gelmeden önce dük Henry Percy ile evlendirilmişti, lakin dükün daha öncesinden başka biriyle evlendiği ortaya çıkınca evlilikleri iptal oldu elbette. Artık hür bir kadın olan Anne dükten yediği kazık ve ailesinin doymak bilmeyen iktidar arzusundan dolayı kralı tavlama hırsına kapılıyor ve sarayda daha çok boy göstermeye başlıyor, güya metres olan kız kardeşini ziyaret ediyormuşcasına. Kralın Anne'i farkedip ona vurulması uzun zaman almıyor, adam zaten şıpsevdi, dişi sineğin zarf attığını görse halleniyor itin ürediği!

Ama Anne akıllı, Mary gibi metres olmayı kabul etmiyor, evlenmeden koklatmam diyor. E kral o sıra Catherina'yla evli, zinhar evlenemez Anne'le, "valla bana ne" diyor bizim Anne, "ya kraliçe olacağım, o tacı giyip tahta oturacağım, ya da sittin sene iç çamaşırlarımla idare edersin!" Kral ne etsin, aşk gözünü kör ediyor, bizim zilli Anne de hergün türlü oyunlarla, işvelerle arzusunu körüklüyor adamın. Bu da Catherine'dan boşanmaya karar veriyor en nihayetinde.

Catherine, ölürüm de boşanmam diyince çareyi papa hazretlerine çıkmakta buluyor bizim Henry. "Ben abimin karısıyla evlendiğim için pişmanlık duyuyorum." diyor. "8 tane çocuğumuz oldu aralarından sadece biri yaşadı" diyor (Mary Tudor). Sonuç olarak evliliğinin lanetli olduğunu iptal edilmesini istiyor, zaten Catherine'le evlendiğinde onun çoktan abisinin karısı olduğunu falan anlatıyor. Yani kadının iffetine, haysiyetine iftiralar atarak onu başından atmaya çalışıyor.

Ama katolik kilisesi bunu yer mi? Yemiyorlar, kraliçeyi ifade vermeye çağırıyorlar, o da İncil'in üzerine el basıyor "ekmek çarpsın evliliğimde bir kusur yok!" diyor. Kilise kraliçeyi haklı bulup kralın talebini reddediyor. O zamanlar kral bir de varis derdine düşmüş tabi. Catherine'den olan oğulları doğduktan sonra hep ölmüşler, geriye bir Mary kalmış o da kız olduğundan işe yaramaz diyor eşşoğleşşek. (ardından gelen I. Elizabeth'in yaptıklarından sonra utancından mezarında takla atmış mıdır acaba domuzun dölü!)

Anne Boleyn
Kral, "ulan ne bok yesem de Catherine'i rafa kaldırsam acaba?" diye düşünürken reformist Boleyn ailesi el birliğiyle kralın beynini yıkamaya girişiyorlar. Martin Luther'dan bahsediyorlar, bağımsız kilise diyorlar, reform diyorlar ve kralın aklını çeliyorlar. Bu yeni fikirler ışığında kral buldumcuk olmuş gibi seviniyor ve katolik kilisesine resti çekiyor. "Artık size bağlı değilim, kendi kilisemi kuruyorum, vaktiyle sizin adınıza katlettiğim onca protestana da Allah rahmet eylesin, iyi insanlardı ama bağnaz kilisenin oyununa geldim haklarını helal etsinler." diyor ve papa bunları aforoz ediyor. "Çok da şeyimde!" diyen VIII. Henry hemen Anglikan kilisesini kuruyor ve kendini de kilisenin başı ilan ediyor. Hem halifeyim hem padişah, bundan sonra din de devlet de benden sorulur diyor ve Anglikan kilisesine bağlılık yemini etmeyen herkesi, saraylısını da köylüsünü de kılıçtan geçiriyor. (Büyük bir kısmını da diri diri yaktırıyor.)

Tabi bu uğraşlar yaklaşık 6 yıl kadar sürüyor. Kralın kilisenin koltuğuna oturttuğu başpisikopos Thomas Cranmer, Catherine ile evliliklerini geçersiz sayıyor ve kızları Mary'yi de gayrımeşru ilan ediyor. Böylece Mary'nin varislik hakları da elinden alınmış oluyor (sonraları kral, ölmeden kısa bir süre önce Mary'yi tekrar varisi ilan ediyor). Bu esnada da İngiltere tarihinde ilk kez bir kadın yönetimde söz sahibi oluyor. Anne Boleyn "Pembroke Markizi" ünvanını alıyor. Hemen nikah kıyıyorlar ve Anne kraliçe tacını giyiyor. Yalnız o sırada Anne 4 aylık hamile, sen 6 yıla yakın sık dişini, işin nihayete ermesine 4 ay kala sal ipleri elinden, olmadı Anne, yakışmadı sana!

Nitekim, bu evlilik üç yıl sürer, hatta Anne'in kendi tabiriyle 1000 gün. Bu üç yıl içerisinde Anne üç kez hamile kalır fakat çocuklarından sadece, ileride İngiltere'nin en güçlü hükümdarı olacak olan Elizabeth hayatta kalır. Kral bakar ki bu evlilikte de hayır yok, kraliçe bir türlü erkek evlat doğuramıyor, onu da sepetlemenin yollarını arar bir şekilde. Hayır bir de Anne, Catherine gibi sakin, sessiz değildir, kralın kaçamaklarına göz yummaz. Hergün dırdır eder, ağlar sızlar kralı canından bezdirir. Zaten maymun iştahlı Henry o ara gönlünü başka bir güzele kaptırır, Jane Seymour'a.

Kralı dost edineceğim derken saray içerisinde bir çok da düşman kazanmıştır Anne. Kral onu emekliye ayırmanın planlarını yaparken bu düşmanlar harekete geçerler. Anne'in zaten büyücü olduğunu, o sayede kralı elde ettiğini, çocuklarının ölü doğmasının sebebinin de bu olduğunu ileri sürerler. Hatta bu Anne öyle şırfıntıdır ki kendi öz kardeşi George Boleyn de dahil saraydaki bir kaç erkekle zina yapmıştır evliliği süresince. Kral bunu öğrenince yıkılır(!) beyninden vurulmuşa döner ve Anne'i yargılanmak üzre Londra kulesine kapattırır.

Kardeşi George Boleyn, Anne'le ensest ilişki yaşadığını türlü işkencelere rağmen kabul etmez, "tövbe estafurullah, olum manyak mısınız lan sizin ananız, bacınız yok mu?" diye feryat eder. Diğer zanlılar Sir Francis Weston ve Henry Norris de, "dünya ahiret bacımızdır, kraliçemizdir" derler, onlar da kabul etmezler kraliçeyle zina yaptıklarını, onca işkenceye rağmen. Bir tek saray müzisyeni Mark Smeaton işkencelere dayanamaz ve kabul eder bu iftirayı. Hayvanın evladı!

Sonuç olarak kraliçe Anne 1000 günlük evliliğinin ardından ensest, zina ve vatan hainliği suçlarından idama mahkum edilir. Biricik kocası haşmetli majeste Henry ona üç adet seçenek sunar. Ya diri diri yakılacaktır, ya boynu baltayla kesilecektir, ya da kılıçtan geçirilecektir. Anne yakılmayı direkt listeden çıkarır. Baltayla öldürülmek de istemez çünkü bazen baltalar kör çıkabilmekte ve fazla can yakmaktadır. Başının kılıçla kesilmesini, celladın da Fransa'dan getirilmesini talep eder, zira Fransız cellatlar bu işin erbabıdır.

Anne'in idamından iki gün önce abisi George ve diğer tutuklular idam edilirler. İdamdan bir gün önce de VIII. Henry Anne'i Londra kulesinde ziyaret eder. Aralarında geçen kısa diyalogda Anne'in en akılda kalan sözleri şunlar olmuştur:

"Duyduğum kadarıyla cellat işinde oldukça iyiymiş, benim boynum da küçüktür zaten."

Anne 19 mayıs 1536'da idama götürülür. Ama idamdan önce Henry, vaktiyle yanıp tutuştuğu, uğruna koca kiliseye rest çektiği Anne'ciğinin canı yanmasın diye cellada talimat verir. Cellat da bu talimata uyarak Anne'in diz çöküp duaya başladığı ve dikkatinin dağınık olduğu bir anda vurur kılıcı boynuna. Hatta o kadar ki, cellat Anne'in kesik başını eline alıp halka doğru tuttuğunda hala gözlerinin açık ve dudaklarının oynar halde olduğu söylenegelir. O zamanlar da kimse demez beyin, baş kesildikten sonra 10 saniye kadar daha fonksiyonlarını yerine getirir diye. "Vay aq, kadının başı kesildi hala konuşuyo lan, kesin büyücü anasını satim, kral boşuna öldürtmemiş!" der cahil cühela.

Ve anlıyoruz ki İngiltere'ye en parlak dönemini yaşatan I. Elizabeth zekasını annesinden almış. Anne, o dönemin kraliyet ailesi için de VIII. Henry için de fazla zeki bir kadınmış aslında. Yazık olmuş o zekaya. Hatta bir rivayete göre, kral ondan boşanmak ve ölmek arasında bir tercih yapmasını istemiş ve Anne ölmeyi tercih etmiş. Şayet boşanmayı seçerse kızı Elizabeth'in gayrımeşru sayılacağını ve taht üzerindeki hakkını kaybedeceğini biliyormuş çünkü.

İşte o vakit İngiltere tarihi çok daha farklı, belki de çok daha kötü bir seyir alacaktı. İngiltere, şu çok övündüğü şanlı tarihini, yerlere göklere sığdıramadıkları kraliçeleri Elizabeth'in varlığını bu kadının yaptığı seçime borçlu...

Anne Boleyn hakkında yazılan çizilen bir sürü kitap olmasının yanında, hayatı birçok kez sineman ve tiyatroya uyarlanmıştır. Bunlardan en ünlüleri 1969 yapımı "Anne of a Thousand Days" (bin günlük mutluluk) filmi, ve son bir kaç yıldır isminden sıkça söz ettiren "The Other Boleyn Girl" (Boleyn kızı) kitabı ve onun filme uyarlanışı.

Biraz fazla uzun oldu farkındayım, o sebeple VIII. Henry'nin talihsiz eşlerini anlatma sekansıma burada ara vereceğim.

Pek yakında, kaldığım yerden, yani Jane Seymour'dan devam edeceğim. Şayet bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrını gösterdiyseniz ve hoşunuza da gittiyse, devamını da okumanızı tavsiye ederim.

Edit: seriyi tamamladım gençler, buyurun devamı:

Adam değilsin VIII. Henry (vol. 2)
Adam değilsin VIII. Henry (vol. 3)

Sunday, 14 August 2011

Lucifer'ın halefi Troçki olabilir mi

Geçenlerde şöyle bir yazı yazmış ve Lucifer'ın (Şeytan) kainatın ilk "sosyalisti" olduğunu iddia etmiştim. Yazdığım esnada zihnimden akıp giden düşünce silsilesi içerisinde enteresan benzetmelerle karşılaştım, fakat konuyu hepten saptırmamak için onları da başka bir yazıda aktarırım diye düşündüm. İşte o yazı bu yazı...

Öncelikle Şeytan'ın cennetten kovuluşuyla ilgili yazdıklarımı hatırlayalım.

"Tanrı Adem'i yarattıktan sonra kainattaki tüm varlıklara, "bakın bu insan, taze yarattım, şimdi ona secde etmenizi emrediyorum." diyince Lucifer itiraz etmiş, "onun benden ne üstünlüğü var ki ben ona secde edeceğim, en nihayetinde hepimiz eşit kullarız." demiş ve Tanrı onu sorgusuz sualsiz kovmuş cennetten..."

Lucifer ve Tanrı bahse tutuşurken

Hadisenin özü kısaca bu, değil mi? Şeytan Adem'e secde etmeyi reddettiği, Tanrı'nın bu emrine karşı geldiği için kovuldu cennetten. Sonra da Tanrı'yla bahse tutuştular kim daha çok yancı toplayacak diye. Evet...

Efenim bu olay benim aklıma Troçki'nin Stalin'le giriştiği mücadeleyi ve bu mücadele sonucunca SSCB'den sürgün ediliş öyküsünü getirdi.

Troçki Ekim Devrimi'nin öncesinde ve sonrasında Lenin'in yanında yer almış, devrime, sosyalizme ve Kızıl Ordu'ya hizmet etmiş bir abimizdir. 1924 yılında Lenin'in ölümünün ardından iktidara gelen Stalin'le görüş ayrılıkları yaşadıklarından aralarında gözle görülür bir düşmanlık beliriyor. Bu düşmanlık önce Troçki'nin yetkilerinin bir bir elinden alınmasına sebep oluyor, artık ne savaş komiserliği ne de Kominist Enternasyonal yürütme kurulundaki yetkileri kalıyor elinde. Sonra da Rusya'dan sürgün edilmesine sebep oluyor.

Sürgün hayatı Kazakistan'la başlıyor, sonra bir süre İstanbul-Büyükada'da devam ediyor sürgün hayatına. Burada kaldığı 4 yıllık süre içerisinde çeşitli kitaplar yazıyor. Daha sonra vize alıp Fransa'ya gidiyor, Fransa'dan sınırdışı edilip soluğu Norveç'te alıyor ama orada da en fazla iki yıl barınabiliyor. En son Meksika'da, sürgününün son durağında buluyor kendini ve burada dördüncü enternasyonal için çalışmalara başlıyor (bir nevi yandaş toplama, insanlığı Stalin'in yolundan ayırıp kendi yoluna sevk etme çabası).

Rivayetlere göre orada Meksikalı ressam Frida Kahlo'yla gizli bir gönül ilişkisi yaşıyor. Nasıl ki cennetten kovulan taş gibi hataunlar (en başta Lilith olmak üzre) cehennemin yolunu tutup Lucifer'ın kollarında buluyorlar kendilerini, Troçki de Meksika'nın Lucifer'ı oluyor bir nevi (fikrimce).

Troçki vs. Stalin

Şimdi Troçki'yi Şeytan, Stalin'i de Tanrı yapmış gibi oldum ama benimki tamamen beyin fırtınamda uçuşan düşüncelerin içerisinden seçtiğim bir takım metaforlar elbette.

Hayır amacım Troçkizm'i Satanizm'e, ve onun karşı olduğu Stalin ve Mao felsefelerini de semavi dinlere benzetmek filan da değil. Zaten farkındaysanız gayet İbrani mitolojisi çerçevesinden bakıyorum olaya.

Ben sadece düşünürüm (bazen gerektiğinden fazla düşünürüm), organize ederim ve yazarım (bazen fazla uzun yazarım). Çıkarım yapmak okuyana kalır.

Hatta bazen sadece çemkirmek kalıyor okuyana, en çok o durumları seviyorum...


Saturday, 13 August 2011

"MİM" gibisi var mı allasen

Mimleri çok seviyorum. Ayda yılda bir geliyor bana ve hoşuma gidenleri, anlamlı bulduklarımı cevaplandırmaya çalışıyorum elimden geldiğince...


Sevgili crazywomanrosemary beni L A F A N İ N Osunda mimlemiş. Ve soru da en sevdiğim yerden gelmiş, sinema. Bundan sebep zaman kaybetmeden yanıt vereyim istedim bu güzide mime.


Efenim mimimiz şu: Çok beğendiğiniz, izlemekten asla sıkılmayacağınızı düşündüğünüz, 3 filmi (üçlemeler üç film olarak sayılacaktır), neden bu kadar beğendiğinizi de açıklayarak yazınız.


Evvela şunu belirtmek isterim ki film izlemeyi çok ama çok severim. Filmlerdeki ayrıntıları yakalamaya çalışmak da hobimdir. Üstünkörü izlediğim çok az film vardır ve onları da duyduğum pişmanlık sebebiyle tekrar izlerim. Sevdiğim onca film varken aralarından üç tane seçmek çok zor geldi bana ama biraz eşeleyince şu filmleri çıkardım heybemden:
  • Pride & Prejudice: İngiliz edebiyatı sevgimden midir, yoksa o döneme hayranlığımdan mıdır bilmiyorum ama bu filmi yaklaşık 200 kez izledim. Hatta geçen hafta bir kez daha izledim, bugün biri gelse, "hadi Aşk ve Gurur'u izleyelim" dese yine izlerim. Aslında bu hikayeyle tanışıklığım taa 7. sınıf sıralarına uzanıyor. İngilizce Reading dersinde zevkle okuduğum hikayelerden biriydi bu. O zamandan beri, hayatımda herhangi bir etki yaratacak bir olay örgüsüne sahip olmamasına rağmen çok seviyorum bu hikayeyi. Özellikle Keira Knigthley'nin başrolünü oynadığı versiyon, manzaralarından mıdır nedir her izlediğimde beni büyülüyor.
  • Fight Club: Tarih ve edebiyat seven bir insan için bu filmi favoriler arasına yerleştirmek tuhaf biliyorum, ama bu filmle birlikte farkettim ki "underground literature" (yeraltı edebiyatı) benim sandığımdan çok saha zengin. Filmi çok kez izledim, sayısını hatırlamıyorum ama her izleyişte yeni bir ayrıntı keşfediyorum. Yönetmenin (David Fincher) o keşmekeşin içinde o kadar mesajı nasıl verebildiğini aklım almıyor. Sanırım film aklımın almadığı kadar fazla ayrıntıyla dolu olduğu için bu kadar seviyorum. Bir de eşsiz repliklerinden dolayı belki de, "Sahip oldukların sonunda sana sahip olur!" Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter'ın müthiş oyunculuklarını da yabana atmamak lazım tabi.
  • V for Vendetta: Bu filmi kimlere izletmedim, kimlerle izlemedim ki! Tanıştığım her insana onu öneriyorum, tanıdığım herkese onu izletiyorum. George Orwell'ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ünün uyarlandığı filmin devamı niteliğinde gibi ama ben hala çok da çözebilmiş değilim filmi. George Orwell'ın siyasi görüşünü az çok biliyorum ve kitaplarını severek okuyorum, bu filmin hikayesi bana hep onun görüşlerini hatırlatıyor. Ama filmde çözemediğim şeyler, filmle ilgili kafamdan silemediğim soru işaretleri var. Tam olarak neye, hangi görüşe hizmet ettiğini algılamakta zorlanıyor gibiyim. Aynen Fight Club'da olduğu gibi bu filmde de her izlediğimde yeni bir ayrıntı yakalıyorum. Yakaladığım çoğu ayrıntı hoşuma gitmesine rağmen beni rahatsız eden olgular da buluyorum (ilginç dimi?). İngiliz tarihinde beni en çok etkileyen olaylardan biri olan "Guy Fawkes isyanı" üzerine kurulmuş bir hikaye olmasının da filme hayran olmamda büyük etkisi var tabi...

Panpalar bakın mimleri çok seviyorum ama bana sinema, edebiyat filan dediniz mi beyyyle uzzzun uzzzzun yazmadan alamıyorum kendimi. Hayır ben yazarım bana eyi, bana çok eyi de siz sıkılıyorsunuz okurken biliyorum.

Fakat rosemary'ye tekrar teşekkür ederim bu mimden dolayı. Zevklerimi sorgulamam açısından benim için süper oldu...

Öpüngen :)

Friday, 12 August 2011

Lilith'in kini & Lucifer'ın şerri

Not: Bu yazıyı uzun zaman önce okudduğum Vera Zingsem'in Lilith adlı kitabından öğrendiklerim ışığında, kendi izlenimlerimi de olaya dahil ederek yazdım. Fakat bazı diyaloglar için gösterebileceğim tek kaynak : k..çım!

Kadının kadına ettiğini erkek kadına etmez hakikaten.  Bu genelleme taa Adem, Havva, Lilith üçlüsüne kadar dayanıyor aslında. (Lilith ve Adem evliğini, nasıl başlayıp nasıl bittiğini bir vakitler yazdığım şu yazıda gayet detaylı anlattığımı hatırlıyorum o sebeple tekrar anlatmayacağım.)

Lilith

Mitolojiye (bakın mitoloji diyorum kutsal kitap ismi vermedim) göre yasak meyvenin tadına bakması için Lilith gaza getirmiş Havva'yı. Zaten Tanrı'nın Adem için yeni bir kadın yarattığını duyunca deliye dönmüş bizim Lil. Şayet Havva'nın, Adem'in kaburgasından vücut bulduğu da kulağına çalındıysa resmen çıldırmıştır. Kendisi Adem'le eşit yaratılmıştı çünkü, ona her türlü başkaldırma hakkını görüyordu kendinde bu yüzden. Ama bu yeni kadın, Adem'in bir parçası olduğundan hiçbir hususta ona karşı gelmeyecek, adeta onun kulu kölesi olacaktı. (Her ne kadar Adem'e üç kere "boş ol!" diyip resti çektiyse de bir yanı hep onu düşünüyordu. Dönem güzel, ataerkillik filan icat olmamış daha ama alternatif bulma sıkıntısı var.)

Ama Lilith istiyordu ki Adem acı çeksin, geri dönmesi için ona yalvarsın. Onsuz ne kadar yalnız olduğunun farkına varsın ki Lilith'i bir daha her hizmetinde kullanamayacağını, "eşit" olduklarını anlasın. Bu yeni kadın Lilith'in tüm planlarını alt üst eder sonuç olarak.

Lilith'in yüreği intikam ateşiyle dolar. İstese Adem'i tekrar elde edebilir, kendine bağlayabilir ama serde gurur var tabi, cazibesini kullanmak yerine ikisinin de sonsuza dek lanetlenmesini sağlamak için kolları sıvar.

Bunu tek başına yapması pek mümkün değildir, zira cennetten çoktan kovulmuştur ve cazibesinden başka kullanacağı olağanüstü gücü de yoktur. Cennetten şutlandıktan sonra saflarına katıldığı Şeytan hemen Lilith'in yardımına koşar. Birlikte bir plan yaparlar ve Şeytan onu gizlice cennete sokmanın bir yolunu bulur.

Lilith, Tanrı ve meleklerin onu görmemesi için saklandığı yerden bir anda çıkar Havva'nın karşısına. Havva da o zamanlar "aman Ademime güzel görüneyim, ay Ademim'in canı bugün ne yemek çekti acaba?" diye ortalarda dolanmaktadır. Tam şu yasak meyvenin bulunduğu ormanda takılırken karşılaşır Lilith'le. Lilith buna eşini mutlu etmekle ilgili bilgiler verirken ağzı açık ayran budalası gibi dinler bizimki. Çünkü onun için varsa yoksa Ademidir. 

Lilih Havva'ya, eğer Adem'i mutlu etmek istiyorsa şu ünlü yasak meyveden gizli saklı bir tane sunmasını söyler. Çünkü Adem'in hayatta en çok istediği şey o meyvenin tadına bakmaktır. Havva mutluluktan uçar, cancağızı kocasıyla ilgili yepyeni bir şey öğrenmiştir çünkü, onu cennetin en mutlu varlığı yapabilecektir artık. İşi budur çünkü, ona biçilmiş rolün bu olduğuna inanır zavallı, kandırılmış Havva...

Lilith Şeytan'ın saflarına katıldığı için yılan kuyruklu
tasvir edilmiş, peh!

Havva, Adem'i yanına alır ve yasak meyvenin bulunduğu ağacın yanına götürür. Ağaçtan tereddütsüzce bir meyve koparır ve Adem'e uzatır. Adem öylece kalakalır, şaşkın gözlerle Havva!ya bakar. Havva, Adem'i cesaretlendirmek için önce kendisi ısırır meyveden, sonra Adem'e uzatır. "Önce sen bi ye, sana bişey olmazsa ben de yerim azcıkın." dediyse de dayanamaz koca bı ısırık alır meyveden. Tam yutacağı sırada Tanrı belirir önlerinde, "Aha, şimdi s...tım ağzınıza!" dercesine bakar bunlara. Adem korkusundan yutamaz meyveyi, boğazında kalır lokma. (işte o gün bugündür erkeklerin gırtlağında "adem elması" adında eşşek kadar bir yumru bulunmaktadır)

Adem'le Havva Tanri'ya yalvarırken
"Tanrım etme eyleme, biz ettik sen etme cehaletimize ver kurban olduğum..." dedilerse de Tanrı bunları affetmemeye kararlıdır. "En basit emre bile karşı gelen adamın benim cennetimde işi yok! Bugün ağzını tutamayan yarın kim bilir..." der, basar tekmeyi bunlara.

Lilith'le Şeytan ellerinde birer avuç ayçekirdeğiyle, keyif içerisinde cehhennemden olan biteni izlemektedirler o esnada. Hem Lilith, hem de Şeytan (izninizle ben ona şu saatten sonra Lucifer demek istiyorum zira bu isim daha mitolojik gibi sanki) Adem'den intikamlarını almışlardır artık. En nihayetinde Lucifer da Adem yüzünden kovulmamış mıdır cennetten?

Hazır Lucifer demişken şuna da değineyim, bence Luci abimiz kainatın ilk isyancısı, ilk "hak savunucusu", hatta daha da ileri gidiyorum ilk "komünist"idir. Tanrı Adem'i yarattıktan sonra kainattaki tüm varlıklara, "bakın bu insan, taze yarattım, şimdi ona secde etmenizi emrediyorum." diyince Lucifer itiraz etmiş, "onun benden ne üstünlüğü var ki ben ona secde edeceğim, en nihayetinde hepimiz eşit kullarız." demiş ve Tanrı onu sorgusuz sualsiz kovmuş cennetten. Bavullarını toplayıp cenneti terketmeden önce Tanrı'ya bir bahis teklifiyle gitmiş Lucifer.

Lilith ve Lucifer intikamın verdiği
sevinci birlikte yaşıyorlar
"Kıyamete kadar cehennemde kalmama izin ver, ben de sana insanoğlunun ne kadar aciz, ne kadar içten pazarlıklı, nalet olduğunu, onları senin yolundan çıkararak ispatlıyayım" demiş. Tanrı bu teklifini kabul etmiş ve centilmence el sıkışmışlar.

İşte görüyorsunuz aslında Şeytan (Lucifer) çok kibar. Kullar arasındaki adaletsiz yaklaşımına karşı Tanrı'ya baş kaldıracak kadar da cesur. Ayrıca Lilith'i kendi saflarına çekmesi, Adem ve Havva'yı cennetten kovdurması açısından da Tanrı'dan 3-0 önde. Doğruya doğru!

Gelelim Lilith'in bundan sonraki yaşantısına. Lilith mizaç olarak inatçı ve kinci bir kadın ya hani, bunun canını almadan şerrinden kurtulmak imkansız. Sanıyor musunuz ki Adem dünyaya düşünce kurtulabildi Lilith'in gazabından? Ne gezer! Lilith asla azla yetinmedi ve dünyaya gelecek her erkek çocuğu doğdukları ilk hafta uykularında boğma girişiminde bulunacağına yemin etti. Sadece, vaktiyle onu Adem'e geri dönmesi için ikna etmeye gelen üç meleğin adı verilen bebeklere dokunmayacağına söz verdi.

Bu efsane insanlığın başlangıcından beri anlatılageldiğinden lohusa kadınlar geceleri evde yalnız kalmazlar. Hava karardıktan sonra çamaşır iplerinde çocuk bezleri ve kıyafetleri bırakılmaz ki Lilith bunları görmesin. Hatta Anadolu'da yeni doğan çocukların yastıklarının altına bıçak konulur, sebebi ise yine bizim asi kadın Lilith'in lanetidir.

Tuesday, 9 August 2011

Hardcore davulcunun mazot takviyesi

Bakıyorum herkes birer ikişer ramazan hikayeleri anlatıyor, ramazan ayıyla ilgili maceralarını yazıyor, ben de bu ramazan hakkında aklımda en fazla yer edeceğini düşündüğüm şeyi anlatayım istedim.

Efenim şimdiii bizim ev TCDD lojmanı ve tam tren istasyonunun üstünde bulunmakta. Bir yanımız tren yoluna bir yanımız Muratlı çarşısının en işlek meydanına bakıyor. (Muratlı'da ne kadar işleyebilirse artık) Dolayısıyla meydana en yakın ev bizimki oluyor. Nitekim başka ev de yok yakın civarda. Hep dükkanlar, dükkanlar ve dükkanlar var.

Bizim mahallenin davulcusu eminim bu durumun farkında, lakin inatla dönüp dolaşıp meydana gelip davula, tokmağa abanmakta kararlı. Hayır normal normal çalsa şöyle melodili manili filan ama yok, gayet Dave Grohl hırsıyla dövüyor davulu. Sanırsın sadece bu mahalleyi değil bütün Trakya'yı uyandırma vazifesi buna verilmiş gibi.

Bazen sinirim tepeme çıkıyor, kulak zarım haddinden fazla sese maruz kalınca camdan sarkıp en brutal sesimle, "tamam ulan uyandım aq s...tir git artık!" diyesim geliyor. Oruç tutmamama rağmen bu adam yüzünden ışığı açıyorum ki uyandığıma ikna olsun da defolup gitsin.

Fakat canlar, hiç de bizle alakası olmayan bir meselesi varmış adamcağızın, öğrenince pişmiş kelle gibi sırıtmakla birlikte saygı duydum kendisine.

Meğer bu davulcu abimiz, bizim evin 15 metre ilerisindeki 24 saat açık büfe-tekel bayii karışımı dükkandan mazot takviyesi yapıyormuş geceleri. Trakyalılar ne demek istediğimi zırt diye anladı eminim de olmayanlarda da ufak bir ışık yandı bence.

Bu abinin 5-10 dakikada bir bizim evin önüne gelme sebebi büfenin kapısına zualaladığı içkiden (bira büyük ihtimalle) ufak ufak pırniklenmekmiş aslında (bkz: pırnik). Ben de diyorum adam dönüyor dolaşıyor aralıksız çalıyor, buraya gelince 10 saniye kadar bi es verdikten sonra var gücüyle tekrar başlıyor tokmaklamaya(!).

Bu olay yaklaşık iki saat boyunca böyle devam ediyor. Ta ki ezana yarım saat kalana kadar, ya da belki davulcunun kafası güzelleşme kıvamına gelene kadar bilemiyorum.

...

Davulcu abinin evden çıkıp görevini icra etmesine çok az bir zaman kaldı. Birazdan gelir, bira kutusunu açıp iki sokak gezmeye yetecek kadar miktarı midesine sevk eder, ilk turunu atar ve takriben on dakika sonra  soluğu bizim kapıda alır. 10 saniyelik bir "fırt" esi verdikten sonra turlamaya devam eder. Bir yandan da herhangi bir melodi ihtiva etmeyen vuruşlarıyla lacry ve ailesinin sinirlerini gerer.

Bir an önce kulağımız alışsa da uykumuzdan olmadan geçirebilsek bu ramazanı da...

...

Başlığa "hardcore" yazdım diye bazılarının gözlerinden alevler fışkırmaya başladı biliyorum ama yan anlam, mecaz falan algılayanları hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm canlar...



Dave Grohl abimiz davul başında coşuyor

Friday, 5 August 2011

Terliğe inanmıyorum ama bir güç var

anne terliği (temsili)
Şu hayatta hemen hemen her çocuğun yüzleşmesi gereken bir gerçek varsa dostlar, o da anne terliğidir. Gerçi şimdinin çocuğu aman psikolojisi bozulmasın, aman ilerde cinsel sorunlar yaşamasın diye el üstünde tutuluyor, porselen bebek muamelesi görüyor, ama orta ve alt gelir grubuna tabi çocuklar tıpkı 80ler ve 90larda olduğu gibi hala anne terliği tehlikesiyle karşı karşıya.

Yılların değişmeyen disipline etme aletidir anne terliği çünkü. Modası hiç geçmiyor. Sinirlenen annenin en yakın dostu. Cidden en yakın, bir de TV kumandası var ama elektronik olduğu için darp esnasında hasar görme ihtimali yüksek (tozlanmasın diye poşete sarılmışsa belki az buçuk daha sağlamdır).

Ne diyordum, hah, annenin en yakın ve en sert (gerçek anlamda) dostu. Elinin altında olmasa bile ayağının altında ve yeterince pratik yapıldığında ayaktan ele geçme hızı artıyor. Fakat ayaktan ele geçirirken yapılan hamle de çok önemli. 

Mesela, şu yılların eskitemediği dizi Sıdıka'yı ele alalım. Sıdıka'nın annesi terliği nasıl tek hamlede eline geçirip yapıştırıyordu Sıdıka ve Samim'e hatırladınız mı? Hamleyi algılama süresi 1 saniye, kaçmak için hamle yapma süresi 1 saniye, terliği yeme süresi 1 saniye. Toplamda 3 saniyelik bir süre içerisinde derslerini almış oluyorlar. Kaçma şansı %0. Neden? Çünkü anne gayet idmanlı, tamamen formda.

Sıdıka, anne ve terlik üçlüsü

Anne terliği, evladı terbiye etmek için gayet konvansiyonel bir silahtır. Basittir, vereceği hasar önceden bilinir, anne ve çocuğu sürprizlere maruz bırakmaz. Fakat bunun yapıldığı madde, topuk şekli gibi faktörlere dayalı olarak güdümlüsü de mevcuttur. Annenin fırlatma yeteneğine dayalı olarak bir de falsolusu vardır ki bu en tehlikelisidir kanımca.

Diyelim ki bir fırsatını buldun ve terlikten kaçma şansını yakaladın, diğer odanın kapısından köşeyi de döndün, tam o dönüş esnasında "oh be kurtuldum" diyip durursan b.ku yedin kardeşim! Sen bilmiyor musun ki annen bu konuda durmadan idman yapıyor, her fırsatta yeni yeni teknikler deniyor? Tam köşede yedin terliği! Neden biliyor musun? Çünkü annen terliği falsolu çıkardı elinden, futboldaki "muz orta" gibi diyim daha iyi anlarsın. Köşeyi döndün mü iş bitti diye düşünmeyeceksin, kaçabildiğin en uç noktaya kadar kaçacaksın ki hasar almadan kurtulasın terlik bombardımanından.

Örneğin ben, gayet kaşarlanmış bir terlik yiyicisi olarak, terlik yiyeceğimi idrak ettiğim anda soluğu evin dış kapısında alırdım ki bahçeye kaçabileyim. Müstakil evde oturduğum için o konuda şanslıydım tabi. Hele yaz mevsimiyse kapı hep açık olduğundan, yapmam gereken tek şey, annemin sinekler eve doluşmasın diye kapıya gerdiği tülü fıııjjjjtttt diye kenara itip yalın ayak kendimi bahçeye atmak olurdu. 

Hah işte ama asıl iş bundan sonra başlıyor. Evdeki terliği isabet ettiremeyen annem, hırsını alamayıp (artık ne halt yiyip o kadar sinirlendirdiysem kadını) peşimden koşar, kapının önündeki terlikleri bir bir arkamdan yağdırmaya başlardı. Bunu daha önceden bildiğim için (Allah sizi inandırsın çok da tecrübeliydim bu konuda) çıkarken kapının önünde tehlike arz eden terlikleri tek hamlede elime alır, alamadıklarıma da tüm gücümle basardım tekmeyi ki annemin şerrinden iyice sakınayım kendimi. Elime aldıklarımdan birini giyer geri kalanları tren yoluna, yahut çatıya fırlatırdım annem hiç bir şekilde bana ulaşamasın diye. Allah muhafaza, ya giyse terliğini de peşimden koşsa! Ya tren yolunun ya da çarşının ortasında yakalayıp bir temiz döver beni o sinirle. Bütün eşrafa rezil olduk diye ekstradan da bonus dayaklar yerdim, hiyyyyy evlerden ırak!

yalın ayak kaçmak (temsili)

Eğer şu an elim ayağım sağlam yaşıyorsam bunu, tek seferde terlik kaçırma kabiliyetime borçluyum. Yalnız şu yazdıklarımı annem okusa "ben o kadar gaddar bi annem miydim, aşkolsun!" der küser bir iki saniyeliğine. Ne bileyim ulan, ya sen çok gaddardın (bu arada sana ulan dediğim için çok özür dilerim annecim) ya da ben çok pis bi evlattım! Sık sık, bizi sana verdiği için Allah'a şükrettiğine göre sen gaddar bi anneydin demek ki. Ya da gençlikten belki (30lu yaşlar genç mi oluyo tam bilmiyorum henüz ama) tahammül katsayın düşüktü. Tamam ben de öyle melek gibi bir çocuk değildim ama itin önde gideni de değildim yani, doğruya doğru!

Hadi yaz mevsiminde çıplak ayak sokağa kaçıyorsun kapının açık olmasından da faydalanarak da kışın öyle bir şansın yok. Anneyi kızdırdığın anda kaderinle ve terlikle baş başasın. Odadan odaya kaçmak da bir yere kadar. Hele bizim ev o zamanlar kıç kadar çok afedersiniz, bir odadan diğerine geçiyorsunuz bitiyor. Yatağa köteğe tırmansan ne fayda anne bu, evin hakimi, her eşyanın yerini onun elleri tayin etmiş. I ıhh arkadaşım tek çare, en çok acıyan yerleri terliğin darbelerinden sakınmak. Bunu da mecbur ellerle ayaklara filan yapıyorsun ki, o zamanlarda beni dayak yerken dahi güldüren şu cümleleri sarfediyor biricik annem gayet Sivas ağzıyla, "getür getür elin senden değül mü?" Ve akabinde ellerimi ayaklarımı haşlıyordu terliğin en sert yeriyle, hiç unutmam.

Gecenin bu vakti nereden geldi aklıma anne terliği dayakları bilmiyorum. Galiba annemin artık çok da kullanmadığı Sivas ağzıyla söylediği bir cümle hatırlattı bana o günleri. En son ne zaman terlik dayağı yediğimi bile hatırlamıyorum halbuki. Ama kucağımda pis bahçe terlikleriyle tren yoluna yalın ayak koştuğum (tren yolu çocuğuyuz herhalde!), çatıya fırlattığım terlikleri annemin siniri geçince çıkıp yine kendim aldığım dönemleri çok özledim sanırım. O zamanlar da çatıya, ağaca, dağa, taşa tırmanırdım, şimdi de tırmanıyorum. O zaman da tatmin olmaz bir trekking enerjim vardı, şimdi de var. O zamanlar da küçücük, şu kadarcıktım (dizini gösterir), şimdi de, hala hemen hemen aynı boyutlardayım.

Değişen tek şey, artık annemden dayak yemiyorum. Hele terlik, hiç!

Şey bu arada;

Yazımın başlığıyla "tanrıya inanmıyorum ama bir güç var"cılara laf sokmuş gibi oldum, vicdanım beni dürttü şu mübarek ramazan gecesinde. Buradan agnostiklere, ya da yoksa deistler miydi tam bilemedim şimdi, sesleniyorum, siz üzerinize alınmayın anam! En nihayetinde inanç özgürlüğünü savunan bir ademevladıyım şurada. Ağzıma geldi, öyle yazıverdim...