Monday, 24 January 2011

Nöbetten türlü türlü notlar... (Vol. 3)

İnsanları kontrol etmek, etki altına almak için inancı kullanmak çok önemli bir faktörmüş gerçekten. Artık Cübbeli Ahmet Hoca’yı, Fethullah Gülen’i iyi anlıyorum, insanları yönlendirmek için dini kullanmalarına kızmıyorum (şaka lan şaka, hala uyuz oluyorum inanç sömügenliklerine). Aynısını ben bile yaptıysam onlar neden yapmasın ki?

Nassı yaniii?

Hemen anlatayım!

Yurtta kalan öğrencilerimizin barınma ihtiyaçları gibi, diğer temel ihtiyaçlarını da devlet karşılıyor. Kahvaltılar açık büfe servis edildiğinden öğrenciler bazen aç gözlülük edip yiyebileceklerinden fazla kahvaltı alıyorlar. Yiyemedikleri için çoğunu döküyorlar. Benim de israf olan onca yiyeceğe içim acıyor, cidden üzülüyorum. Halbuki bana ne, parası cebimden mi çıkıyor sanki değil mi? Değil işte!

Doğduğumdan beri bana emeğe saygı, hak, adalet gibi şeyler empoze edilmiş ya, duramıyorum konuşmadan. Öğrencileri de bu şekilde etkilemeye, vicdanlarına bu şekilde seslenmeye çalıştım. “Bu zeytini döküyosunuz ama, sizin sofranıza gelene kadar kaç kişi emek veriyo onlara biliyo musunuz?” gibi şeyler zırvaladım.

Zırvaladım diyorum çünkü onlara göre bunlar şaçmaydı, emekten, haktan yana çok fazla şey öğretilmemiş onlara çünkü…

Ama kısa zamanda zayıf noktalarını buldum, din!

Bizim öğrenciler inanç konusunda pek bir hassaslar. Nasıl ki ben “emeğe saygı” düsturu ile yetiştirildiysem, onlar da, “aman sakın şunu yapma Allah çarpar, cehennemde cayır cayır yanarsın!” diye korkutularak büyütülmüşler.

Ben de bir gün kahvaltı esnasında zeytinlerini bitirmeden (özellikle zeytinden bahsediyorum çünkü en çok ziyan edilen yiyecek o) masadan kalkmaya çalışan öğrenciye yaklaştım ve nereden duyduğumu bile hatırlamadığım şu sözleri söyledim. “Bilir misin? Dünya üzerine cennetten inen üç tane yiyecek var; biri nar, biri incir, diğeri de zeytin. Bunlar kutsal olarak addedildiği için, ziyan edilmesi diğer yiyeceklerin israfından daha günahmış.” Ve bu cümleler ağzımdan çıktığı anda masada oturan dört kız hep birlikte artan zeytinleri yemeye başladılar. Ben de içimden kıs kıs gülerek bir başka masaya yaklaşıp yine aynı taktiği kullandım, sonuç: pozitif!

Masanın üzerine tuz döken öğrenciyi, bir zamanlar kardeşimden duyduğum şu tuhaf cümleyi kullanarak uyardım, “öteki dünyada ziyan ettiğin her tuz tanesini kirpiklerinle tek tek toplatacaklar sana biliyo musun?” ve elbette işe yaradı. Yaptığım çok kötü, en çok tiksindiğim insanlara benzediğimin farkındayım, bundan ben de hoşlanmıyorum ama o kadar yiyeceğin ziyan olmasına da gönlüm razı olmuyor. Bu kadar insanın emeği sömürülürken, hatta bazılarına emeğini harcama fırsatı bile verilmezken.

Yaptığım kurnazlığı fark eden birkaç 11. sınıf öğrencisine de (ki bunlar boş zamanlarında Fethullah Gülen kitapları okuyan kızlar) aynı şekilde yaklaşınca, “hocam bizi kendi silahımızla vurmaya çalışmayın!” karşılığını aldım, akabinde, “Anladığınız dilden konuşmayı öğrenmem çok da uzun zaman almadı fark ettiyseniz…” diye cevap verdim. Çok seviyorum o öğrencileri, ellerinde Fethullah Gülen kitapları görünce üzüldüğümü de itiraf edeyim.

Onlara Tolstoy, George Orwell, Dostoyevski kitapları okumayı telkin etmek isterdim. Nazım Hikmet şiirleri ezberlesinler, Sabahattin Ali öyküleri okuyarak zihinlerini geliştirsinler isterdim. Zeki kızlar çünkü, azimliler de… Ama birileri benden önce davranıp kendi düşüncelerini empoze etmiş bile onlara. Neyse ki inanca saygılı olmayı da kıyısından köşesinden bile olsa öğrenmişler. Alevi olduğumu öğrendiklerinde yadırgamamalarından anladım bunu, hatta mezhebimle ilgili içten sorular sordular, ben de bildiğim kadarıyla cevap verdim hepsine.

Kendime hala şaşırıyorum, inanç sömürmeyi bile öğretti bana bu meslek. Hayatımda öğrendiğim için pişmanlık duyduğum tek şey. Vicdanım sızlayıp duruyor… Hadi ben bunu geçici olarak yaptım ve üzgünüm. Bunu hayatının en büyük amacı yapanlar geceleri nasıl rahat uyuyabiliyorlar çok merak ediyorum…