Sunday 3 October 2010

Yıllar Ergenliği Alır Halet-i Ruhiyesi Baki Kalır




Bilirsiniz ki işim gereği zamanımın büyük bir kısmını 10-18 yaş arası insanlarla (ergen) geçiriyorum. Onların yaşantısını; hayata, olaylara bakış açılarını gözlemlemek için bolca vaktim oluyor. Ergen benmerkezciliği olsun, isyankar-asi ruh hezeyanları olsun hep gözümün önünde yaşanan sıradan şeyler halini aldı benim için.

Mesleğe adım atışımın ilk iki yılını daha çok ilköğretim öğrencileriyle geçirip onları gözlerken, “ulan biz de aynı böyle espriler yapardık”, “ahanda aynı benim küçüklüğüm, öğretmenim olsam kendime katlanamazdım” gibi acı gerçeklerle de yüzleştiğim olmuştu. Öğretmenlikte üçüncü yılıma liseli gençler eşliğinde adım atarken (tabii ki ücretli öğretmenlik dönemini de sayıyorum) açığa çıkan yeni acı gerçekleri hiç saymıyorum bile.


Fakat ben neyin farkına vardım bilir misiniz dostlar? Hani yazın dolapları kurcalarken bulduğum eski günlüklerimi seremoni eşliğinde yakmıştım ya… İşte aynı günler içerisinde sınırlı sayıdaki 6, 7, 8. sınıf fotoğrafıma rastladım. Hepsi ayrı ayrı birer felaketmiş meğersem. Neyse ki o zamanlar elimde her gördüğüm saçmalığı çatur çutur ölümsüzleştirme cesareti gösterebileceğim bir fotoğraf makinem yokmuş.

Hayır, bendeki fotojeni bozukluğunda herhangi bir değişim olmadı son bilmem kaç yüz yılda ama şimdi en azından poz verebilme yetisi kazandım az da olsa. O zamanlar o da yokmuş; “ay bunda çok iğrenç çıkmışım, sil bunu bi tane daa çek!” diyebileceğim dijital fotoğraf makineleri de… Ayrıca o dönem saçlarımı (uzundular) tepeden sımsıkı (Serpil Çakmaklı modeli) toplayıp bütün suratımı yukarı çektirmek gibi bir huyum varmış. Daha doğrusu vardı, hatırlıyorum. Saçlarımı gevşek toplamaktan hiç haz etmezdim, rahat edemezdim zaten.


Serpil Çakmaklı saç modeli (temsili)
                               


Fakat arkadaş bir insan evladı da çıkıp, “Lacry sen perçem kestir de yüzünün diğer bölümleriyle çok da orantılı olmayan alnın bir nebze olsun kapanıversin.” dememiş o zamanlar bana. Peki saçları sımsıkı toplayıp gözleri çektirmek neyin nesidir? Zaten yeterince “uzak doğulu” benzetmelerine maruz kalmıyormuşum gibi.

Neyse işte ben o fotoğrafları bulduktan ve şoka uğradıktan sonra günlüklerim için planladığım yok etme törenine onları da dahil etmeye karar verdim. Çünkü onlar cidden hunharca yok edilmeyi hak ediyordu, hem de yakılarak yok edilmeyi (Sivas’da çok ünlüdür yakarak yok etme törenleri). Günlüklerim bile o kadar masum, o kadar eğlenceliyken, her okuduğumda yüzümde enteresan mimiklere sebep olabilirlerken acımasızca katledilebiliyordu. Bu fotoğraflar ise alenen suçluydu ve suçları cezasız kalmamalıydı.

Ben onları “yakılacaklar” diye kenara ayırırken annem de beni izliyordu. Ve keşke onun yanında, “Bu resimleri bi daha görmek istemiyorum, hayatımdan da, bu evden de, hafızamdan da silinmeli!!!” diye histeri içerisinde kükremeseydim. Zira bir anlık boşluğumdan yararlanıp fotoğrafları kaşla göz arasında meçhule göndermeyi başarmıştı.

Kim bilir o, her karesi beni dehşete düşüren “ergen Lacrymosa” profillerini bir daha ne zaman görebileceğim? Daha da kötüsü onları benden başka bulan olacak mı? Bulan kişi beni tanıdığında ne tepki verecek? Tepkiden sonra yüzündeki ifadeyi görmeye ömrüm yetecek mi? O fotoğraflar kesin sebebim olacak yarabbelalemin! Ah be anne be!!! (Anneye “be” denmez ağzın burnun yamulur!)

Bu fotoğraf felaketiyle ilgili tek tesellim o dönem benle aynı kadrajı paylaşan herkeste bir tuhaflık, bir yamukluk olması. İlköğretim ikinci kademe dönemi için kesinlikle kızların en çirkin gözüktüğü dönem olduğunu düşünürdüm (Gözlemlerime dayanarak). Ama keşke bana bir kıyak yapılıverseymiş ne güzel olurmuş… (Olmaz mıymış? Peki.)

Erkekler için ise en korkunç dönem lise zamanları, ben bunu bilir bunu söylerim. Yakında bununla ilgili de bir şeyler yazar mıyım bilmiyorum. Şimdilik öyle bir planım yok.

Öpücükler...

No comments: