Sunday 26 September 2010

YENİDEN YAZMALIYIM DEDİM VE GELDİM

Yazmayı özlemişim. Yaşadıklarımı ya da gördüklerimi kronolojik olarak kaydetme alışkanlığımdan koptuğumu düşünüyordum ama meğer kopamamışım. Yaz tatilinde, üniversiteden kalma kitaplarımın işe yarayacak olanlarını, severek üzerinde çalıştıklarımı diğerlerinin arasından ayıklarken bulduğum eğreti sayfalara karalanmış birkaç notu, şiiri, kendimce uydurduğum sözleri görünce fark ettim bunu.

Sonra tüm ergenliğimi kayıt altına aldığım günlüklerim geldi aklıma. Hemen onları saklı oldukları yerden çıkardım. Şöyle bir göz attım ve beni mutlu eden, üzen, korkutan tüm anılarım gözümün önüne geldi. Kocaman kocaman 5 tane defter… Allı pullu, güllü dallı sayfalardan alelade ajanda sayfalarına geçiş evreleri. O zamanlar da bayılırmışım uzun ve ayrıntılı yazmaya, noktalama işaretlerine dikkat eder, yaptığım her yazım hatası için kenara ufak bir not düşermişim doğrusunu unutmamak için. O zamandan bu zamana düşüncelerim ve zevklerim belki milyon kez değişmiş, lakin değişmeyen tek şey, çoğu insanın çözümlemekte zorlandığı, çivi yazısı ve hiyeroglif karışımı el yazım. O zamanlar da harfler, Orhun kitabelerindeki alfabe yapısı gibi sirayet ediyormuş kafamda demek ki. Atalarımın Orta Asya’dan göçtüğünün en büyük kanıtı…

Bir süre göz gezdirdikten sonra okuduklarımın artık birer anı olarak sadece hafızamda kalmasını istediğime karar verdim. Geçmişte yaşadıklarımı tekrar tekrar hatırlayarak mutlu olmanın, üzülmenin; ruh halime onlara göre şekil vermenin bir anlamı yok diye düşündüm. Hayatıma “Notebook” filmindeki gibi, sabırla bana geçmişimi hatırlatmaya çalışacak birinin girme garantisi de yokken o günlükler sadece birer selüloz yığını olarak yer edecekti yaşadığım ortamda. Benden başka birilerinin de okumasını isteyip istemeyeceğimden emin değilken hem de. Ben onları geçmişte bırakmaya çalışırken birilerinin canlandırmaya çalışmasını hazmedemeyebilirim çünkü. Benim çocukluğum o, benim gençliğim, benim hayatım… İyisiyle kötüsüyle bana ait, başka hiç kimseye değil. Üzerinde söz hakkına sahip olduğum çok az şeyden biri.

Ayrıca bendeki fil hafızasının olağanüstü bir durum dışında yok olmayacağını iyice öğrendim onları okurken. Yazdığım her olayı, her duyguyu, her düşünceyi ana hatlarıyla zaten hatırlıyorum. Önemsiz ayrıntıların zihnimde yer etmesinin çok da gerekli olmadığı fikrini benimsedim. Netekim hayatımın 12-18 yaş evresini kapsayan bu güzide defterleri artık sonsuzluğa uğurlamanın vaktinin geldiğine karar verdim.

Zaten tadilat nedeniyle iyice çığrından çıkmış olan bahçemizde bulduğum eski bir tenekenin içerisinde doldurdum defterleri. Sayfalarına dokunmadım bile, en azından o kadar saygıyı hak ediyordu bir zamanlar sırdaş olarak adlettiğim, her birine farklı isimler verdiğim günlüklerim.

Ne diyordum, defterleri tenekenin içine güzelce yerleştirip üzerlerine kibriti çaktım. Onlar yanarken izlemek nedense hiç içimi burkmadı. Hani birkaç sene önce yapmış olsam aynı şeyi, hüngür hüngür ağlardım herhalde. Hayatımın en ilginç, en tutarsız, en hareketli ve belki de en hararetli 6 yılını yakarken hiç pişmanlık duymadım. Yazdıklarım olmadan da hissedebilirim o yılların yoğunluğunu; onları okumadan da gülümseyebilirim ergen saçmalamalarıma. Beni o yıllara bağlayan o defterler olmamalı…

İyice yanıp kül olana kadar izledim defterlerimi. Küllerin bir kısmını avuçlarımla tren yoluna savurdum, anılarımın özünü oluşturan, her bir metrekaresinde benim için farklı bir yaşanmışlığı barındıran tren yoluna… Hiç pişmanlık duymadım, onlar olmasa da ben hala her şeyimle varım…

Peki 18 yaşından sonraki 6 yıl boyunca yazma hevesimi nasıl mı tatmin ettim? Dediğim gibi önce sayfalara karalanmış bir takım notlarla, şiirlerle idare ettim. Daha sonra internetteki forumlarla, sözlüklerle tanıştım. Şimdi de buraya yazıyorum, uzun süredir tasarladığım bir şeyi hayata geçiriyorum bugün. Sıkılana kadar buralardayım. Yazdıklarımı sadece kendim okumak istediğim döneme kadar devam etmek niyetindeyim.

Haydi hayırlısı…

No comments: