Tuesday 28 September 2010

Dönemsel/Yöresel Sıkıntılar


2010-2011 eğitim-öğretim yılının ikinci haftasını devirirken fark ettim ki benim için zoraki kabullenişlerin sonu henüz gelmemiş. Tutak’ta yaşama zorunluluğunu bir türlü hazmedemiyorum. İkinci yılıma girerken artık kabullenmiş olurum bu durumu diyordum, biraz daha zaman diyordum ama görünen o ki yapamıyorum.   

Çevremde nereye, ne şekilde olursa olsun atanmaya razı geniş bir öğretmen güruhu barındırıyorum, dertlerini dinliyorum, sıkıntılarını gözlerimle görüyorum ve sonra şu anlaşılmaz ruh halimden utanıyorum. Benden çok daha şanssız meslektaşlarıma karşı mahçup hissediyorum kendimi. Fakat hiçbir mahçubiyet, hiçbir suçluluk duygusu, şanslı olduğumu hissettirmiyor bana. Aksine, “Bu insanlar yıllarca bunun için mi okudular? Çektikleri sıkıntılara değdi mi şimdi?” diye düşünürken bir yandan da, “Ben sırf ülkenin diğer ucuna gidebilmek için mi heba ettim bir senemi? Belki de hayatımın en mutlu senesi olacaktı kim bilir ve ben onu bir ideal uğruna harcayıverdim. Girdiğim bunalımlar da cabası!” demekten alamıyorum kendimi.

Buraya geldiğim ilk iki ay ilginç bir keşif dönemiydi benim için. Sıkıntılarımdan kurtulduğumu, artık iç huzura kavuşabileceğimi düşünüyordum. Tanıştığım her yeni insan yeni bir hikaye, yeni bir dünya idi benim için. Benim gibilerin hayatlarında bile böyle dönemler olabiliyor bazen, fakat bu dönemlerin süresi çevresel faktörlerin etkisiyle uzayıp kısalabiliyor.

Hani yeni insanlar, yeni hikayeler falan diyordum ya, işte o insanları iyice tanıyıp içselleştirdikten sonra benim için keşif dönemi bitmiş oldu. Zarar görmemek için kendi kabuğumda, izole edilmiş ortamda yaşamam gerektiğinin farkına vardım. Kişisel hassasiyetimin kişiliksiz insanlara katlanacak kadar katılaşmadığını öğrendim. Hani İnci Aral “Sadakat” adlı kitabında diyor ya, “Sadakatin yalnızca iyimserlik ve umuttan ibaret olduğunu böyle, kanatlarım ateşe tutularak öğrendim.” Benim yaşadıklarımın romandaki konuyla uzaktan yakından alakası olmasa da (tahtaya vurayım), buna benzer duygular yaşattı bana…

“Özlemek” olgusunu ilk defa bu kadar derinden hissediyorum. Çünkü önceleri sevdiklerimden uzak olduğumu sandığım zamanlar aslında o kadar da uzak değilmişim. (bu cümleyi öğelerine ayırınız zira ben hiçbir şey anlamadım) Her sıkıldığımda kaçıp gitme şansım vardı o zamanlar, fakat buradayken uzaklar çok daha uzak, bunalımlar çok daha derin oluyor. Hele ki bana destek olacağına köstek olan bir sürü insan varken çevremde. Bir yandan yaşadıklarım bendeki mücadeleci potansiyeli ortaya çıkardı diyorum, iyi tarafından bakmaya çalışıyorum olmuyor, ne tarafından tutarsam tutayım, umutlarım elimde kalıveriyor.

Önce okuldaki diğer birkaç öğretmenle yapılan kavga ve akabinde çenelerini kapamak için tüm sorumluluğu devralmak; Milli Eğitim’dekilerle edilen münakaşalar ki ben bunların tesadüfi olduğunu düşünmüyorum. En tutucu öğretmen bile hazmetmekte zorlanır imamın kolayca öğretmene, hatta milli eğitim müdürüne evrilmesini. Son olarak okulun servisçisiyle girişilen büyük savaşın mahkeme koridorlarında devam etmesi… Ahlaksızlığa göz yummamanın, ortak olmamanın cezasını kendini aklamak için çırpınarak çekmek. Hem de kime karşı? Bir avuç haysiyet yoksunu homo sapiense karşı; soyları bir türlü tükenmek bilmeyen…


Şimdilik sadece sabırla gün sayıyorum, saydıkça azalacağına çoğalıyormuş gibi görünüyor ama yılmamayı öğrendim. Bir gün özlediğim topraklara, özlediğim insanların yanına tekrar döneceğimi biliyorum çünkü. Yepyeni sıkıntılar beni bekliyor olacak orada belki, ama en azından diyorum kendi kendime, en azından derdimi paylaşmak için boynuna sımsıkı sarılabileceğim birilerini bulmakta zorlanmayacağım.

Tek korkum geç kalmak… 

No comments: