Tuesday, 25 September 2012

Neşet Ertaş'a veda ederken


Eğer anne babanız İç Anadolu'da büyümüş iki türkü sevdalısıysa ve doğduğunuz andan itibaren tüm uzuvlarınıza bağlama sesini dört yandan ver ettilerse Neşet Ertaş'ı tanımamanız mümkün değil.

Nil Karaibrahimgil'in bundan üç yıl kadan önce "yeni nesilden Neşet Ertaş'ı bilmeyenler vardı sayemde tanındı" demesi de aslında bağlamaya fazlasıyla uzak yetişmiş olmasından ve yeni neslin gerçekten popüler kültürün karmaşası içerisinde fena halde sıkışıp kalmış olmasından kaynaklanıyor. İsmen tanımak çok bir şey ifade etmiyor zaten. Zira benim de bir çok ozanı belli bir yaşa kadar ismen tanımışlığım yoktu, ama çoğu türkülerini ezbere bilirdim. O ezbere bildiğim türkülerin kimlere ait olduğunu çok sonraları öğrendim.

Neşet Ertaş da türkülerini ezbere bildiğim, daha küçük yaşlarda dinleyip içlendiğim ozanlardan biriydi. O popüler kültür bataklığında yaşam savaşı verdiğim kısa dönemde bile eserlerine karşı aynı duyguları muhafaza ettim. O dönemki cehaletim bile azaltmadı ustaya ve çağdaşlarına karşı duyduğum saygıyı.

Yani demem o ki, Bir Aşık Mahzuni Şerif, bir Aşık Veysel, bir Ali Ekber Çiçek ve artık maalesef bir Neşet Ertaş aramızda değiller. Belki çok klişe ama, onlar türküleriyle var olmaya devam edecekler. Onları tanımayanlar, tanımak istemeyenler ve dinlemekten zevk almadıklarını söyleyenler birer birer silinip giderken; onların eserleri Anadolu'nun ücra bir köyünde, kış vakti kuzine sobanın yamacında çalınan eski bir bağlama eşliğinde çağlar boyunca söylenecekler.

Huzurla uyusunlar...



Sunday, 23 September 2012

Drafts of ante noctem (3)

Whenever I write under this title, I desire to talk about Virginia Woolf  and the tecnique "stream of conciousness". It covers my mind unintentionally, as if I've dedicated the title to her.

Actually, (to confess) somehow I like to write under this title before I go to bed. It makes me feel that I leave all the mass of thoughts I have during "turning on pillow time" on this page and sleep peacefully. Of course I'm only deceiving myself, coz it's impossible to get rid of what I've got in mind and depths of mind.

Having a vivid memory is my curse! That is why I can't move on easily. That is the reason why I cannot depart from my past. F.ck the oblivion, I've already given up on that; yet it doesn't even gets "flu" enough not give pain, shame, happiness, hope, longing... and what emotions else it makes me feel! I'm unlucky in many aspects. I can count many haplessness and curses I have from birth, but none of them affects me more bitterly than the CLEAR MEMORY! (as an elephant)

But memory is such a complex and inexplicable shit that, sometimes I can never remember the simplest things. For instance when I'm playin' chess, at the beginning of the game, I always (literally always) get confused the exact places of "check" and "queen". I always do it, without any exceptions. However I'm playing it since I was 15.

Indeed, I'm not here to write about my memory or personal experiences. I just wanted to write things that nobody understands, nobody knows, nobody cares. Or some Bukowski kinda words, which seem immoral and disgusting, in fact means so many important things, but that's not my style. I can only swear mouthfully that's all.

I feel so fool coz these are not the words I came here to write. I triffled again. Mostly I can't prevent it. I'm not so assertive to triffle in face to face talk, but when it comes in writing I don't have a limit.

Whatever, no need to belabour. If I have many important things to explain I can return willingly you know. Until than, that's all folks!

Kisses...

Saturday, 22 September 2012

Mütemadiyen boş konuşmak

Hollywood filmlerindeki gibi pratik bir hayat istiyorum. Ama öyle I'm Legend'daki gibi full aksiyon değil. Hani diş fırçalarken, fırçanın üzerine macun boca etmiş gibi yapayım ama ağzımdan köpükler akmasın; banyo yapacağım zaman musluğu çevirdiğim gibi duşun altına girebileyim, su tam istediğim kıvamda olsun, musluklara 10 dk ince ayar yapmak zorunda kalmayayım.

Bir yere yetişmeye çalışırken yol kenarında duran bir arabanın kapısını zorlanmadan açıp düz kontakla arabayı çalıştırayım. Sonrasında peşime ne polis düşsün ne başka bir şey, işim bitince de pirüpak çıkayım arabadan, hayatıma kaldığım yerden devam edeyim.

Mutlu bir şekilde kahvaltısını yapan Hollywood kadını
(temsili)
Gecenin bir yarısı kalkıp, saten sabahlığımı giyip buzdolabında hazır bekleyen bir kase dondurmayı mideye indirirken, bir yandan televizyonu açıp gün içinde yayınlanan baseball maçının tekrarını izliyim. Çünkü sabah işe gitmek için kalktığımda uykusuzluk gibi bir derdim olmasın. Geç kalmak gibi bir derdim de olmasın, ekmeklerim makinede kızarırken ben de kırmızı spatulamla tavadaki omletimi neşe içerisinde, The Beatles'ın "She loves you ya ya" şarkısını söylerek çevireyim. Sabah sporu yapmaya vaktim olsun, her daim enerjik ve güler yüzlü (bu biraz yapıma ters ama) görünebileyim. (Şu an gözlerimin önünde, sırıtarak yürüyen Cameron Diazlar geçiş töreni yapıyor)


Daha da ileri gidiyorum (aslında ben değil Hollowood filmleri ve pembe diziler gidiyor) sabah yataktan saçlarım fönlü olarak çıkayım. Yüzümü yıkamama bile gerek kalmasın, zaten uyandığımda full makyajlı olayım. (Makyaj konusunda gerçek hayatta sergilemediğim üstün performansı uykuda gerçekleştireyim Hollywood misali.)

Arkadaş sohbetlerimiz güncel, sıkıntılı konular olmasın da mesela, "hey adamım 200 dolarına bahse girerim ki şu kızla bir gece yatamazsın." şeklinde olsun, gülelim, eğlenelim, t.şak geçelim ve mutlu bir şekilde kendinden derli toplu, temiz, düzenli tripleks banliyö evlerimize dağılalım.

Çok şey mi istiyorum?

...

Lakin benim hayatım sürekli bir şeylere sinir olmakla geçiyor. Zaten "gıcık olmaktan yaşlanmak" diye bir şey varsa ben bir ondan yaşlanırım. Bir şeylere gıcık olduğum için kaşlarımı çatmaktan, çene kemiğimi sıkmaktan kırışır yüzüm. Bazı şeylere gereksiz sinir olmama da sinir oluyorum aslına bakarsanız.

Devam edin okumaya göreceksiniz.

Şu hayatta en ifrit olduğum şeylerden biri (sadece biri) "yeni havlu"dur. Yeni aldığın havlu en az üç yıkamadan önce adamakıllı kurulamaz. Elinden, saçından kayar insanın. Yumuşacıktır, ama bastıra bastıra silmeden kurulanamazsın, yıpratırsın tenini. Sen, sen ol, en az üç dört kez yıkamadan kullanma havluyu. Aslında havlu üreticileri, havluları üç yıkamadan sonra piyasaya sürseler, ya da hafif eskimiş gibi his bırakan havlular üretseler ben şahsen mutlu olabilirim (az da olsa).
...

Yıllardır, yuvasına ters takılmış tuvalet kağıdına uyuz oluyormuşum, yeni yeni farkediyorum. Farkedişimle ilgili efsanevi bir öyküm yok, sadece ben bu durumu bilinç altına itmiş umursamamışım. Ama artık umursuyorum (nedense). Misafirliğe gittiğim evde, kendi evimde, umumi tuvaletlerde ters takılmış tuvalet kağıdı görünce düzeltmeye yelteniyorum (umumi tuvaletlerde pek sık olmuyor zira çoğunu kullanmaya tiksindiğimden böyle durumlar için cebimde kağıt mendil taşıyorum). Kısacası canlar, tuvalet kağıdını tersten, duvara hartttt harttt sürterek çekiştirmekten nefret ediyorum!
...

Bazen insan kendi yaptığı herhangi bir şeye de gıcık olur ama yine de yapmaya devam eder ya, benim de var öyle pis huylarım. Misal şu an aklıma gelen; tanımadığım, ama iş-güç hasebiyle mecburen muhatap olduğum bir kadın çalışanın ters tavırlarıyla karşılaştığımda içimden, "Amk, muayyen gününde midir nedir?" diye söyleniyor, hatta eğer yanımda birileri varsa bunu onlara da dile getirip pis pis gülüyorum. Sanki neyse!

Halbuki bir kadın olarak regl döneminin ve öncesinin kadına fiziksel açıdan nasıl sıkıntılar yarattığını biliyorum elbette. Erkekler bilmez rahmin vücuda nasıl baskı yaptığını, regl sürecindeki (öncesi ve esnası) takriben 1,5 haftanın kadınlar için ne kadar zor geçtiğini. O yüzden onlar bu tarz saçma söylemlerde bulunabilir. Ama sen bari yapma ya! Sen bari biliyorsun, diyorum kendi kendime. Yine de engel olamıyorum bu aptalca düşünceye. Sanki, bir kadınla sorun yaşadığım anda vücudum östrojen yerine testesteron salgılamaya başlıyor gibi birden seri saçmalamaya koyuluyorum.
....

Ne güzel yazdım değil mi, öyle kokmaz bulaşmaz. Sanki en büyük dertlerim, kafamı taktığım tek meseleler bunlarmış gibi. Aferin bana ya, öğreniyorum yavaş yavaş.


Wednesday, 19 September 2012

Bir masaldan

O masal kahramanları ki, gözlerinde hep bir keder olur. Onun gözlerinde de vardı aynı keder. Hafif nemliydiler hatta, önce gözleri dolmuş zannettim, sonra baktım ki o gözler hep öyle, nemli; göz pınarında intihar etmek için işaret bekleyen bir damla, her daim tetikte.

Ben sadece yüzüne baktım, manasız, düz. Herhangi bir duygu belirtisi gösterirsem belki anlatmaktan vazgeçer diye korkup öylece baktım yüzüne.

"Olmuyor." dedi. Anlamamış gibi hafif kıstım gözlerimi, açıklama beklediğimi göstermek için başımı belli belirsiz yana eğdim. Devam etti anlatmaya:

"O kadar yakınımdayken aslında ne kadar uzak. Arada dikenlerden örülmüş bir sınır, elimi her uzatışımda avuçlarımı kanatıyor." diyip önündeki kadehten bir yudum aldı. Başı öne eğik... Gözleri masadaki bir noktayı inceliyordu. Sanki onu onaylamamı bekliyor, ama tek laf etmemi de istemiyor gibiydi.

Ben susmaya devam ettim... Böyle durumlarda ne söyleyeceğimi bilemem hiçbir zaman. Ağzımı açtığımda karşımdakinin içini ısıtacak şeyler söylemeyi beceremem çünkü, sırf konuşmuş olmak için konuşmaktan da oldum olası nefret ettim. O yüzden... Ben susmaya devam ettim.

"Ne zaman ismini biraz yüksek sesle telaffuz etsem midemden boğazıma doğru bir şeylerin hücum ettiğini hissediyorum. Adını, herhangi bir sözcük gibi cümle içinde kullandığımda bile göğsümün içinde kabaran şeyi yatıştırmakta zorlanıyorum." diye devam ettiği anda göz pınarında intiharı bekleyen damla, burnunun kenarından aşağı doğru, aniden süzülüverdi. İşaret parmağının tersiyle nazik bir hareket yapıp yok etti damlanın akıp giden cesedini yanağından.

"Yıllar geçiyor, ama göğsümdeki sancı geçmiyor. Birileri adını andığında irkiliyorum. Bir isim, bir insan değil o, sadece bir sözcük, alelade bir sözcük, diye düşünmeye zorluyorum zihnimi. Ama o bile çoktan pes etmiş. Yüreğimle savaşmaktan vazgeçmiş."
Dinlemeye devam ettim. Ama aslında sussun istiyordum. Daha fazla devam etmesin. Anlatmasına değil de, yüzünde gördüğüm hüzne dayanamıyordum. Gözlerinin neminden göz bebeklerini seçemeyişime içleniyordum. Susmadı...

"Keşke bilmesem, ben onunla doluyken, onun da başka bir sözcükle dolup taştığını. Her gün o sözcükle güne başlayıp, onunla gülüp, içip, onunla ağladığını. Keşke hiç bilmesem..."

Şimdi ben ne desem de teselli etsem, gözlerindeki yaşı neyle dindirsem diye çırpınıp duruyordu içim; ama dışım  taş kesilmiş, hareketsiz dinliyor söylediklerini. Gözlerim hala, o kadar yaşın içinden seçmeye çalışıyor göz bebeklerini.

Başımı biraz yukarı kaldırıp dudaklarımı araladım, tam konuşmaya çalışacaktım ki, "Boşver dedi. Ne desen boş çünkü. Ve biliyorum, konuşamaz insan benim gibisine, kendisine söz geçiremeyene. Yorma kendini, hadi kaldır kadehini ve yudumla içkini..."

"O zaman akıl sağlığımıza içelim." uzun zamandır kurduğum ilk ve son cümleydi.

  

Sunday, 9 September 2012

Aramaya inananlar bu başlıkta birleşti 3

Allah sizi inandırsın, canım öyle sıkkın, içime öyle afakanlar çörekleniyor anlatamam! Hayır bunda, bir hafta önce tatili bitirip, iş başı yapmış olmamın zerre etkisi yok. Çünkü günün erken saatlerinde gayet iyiydim. Akşama doğru bir mahsunlaştım, içim daralmaya, göğsüm sıkışmaya başladı. Ben de bakarsın keyfim yerine gelir diye şu naçizane arama sonuçlarımı sizlerle paylaşmak istedim. Bakın nerelerden aranmış (hatta çoğu zaman aranmamış) ve bulunmuşum. (Tabi elbette benim yeteneksizce, eciş bücüş yapabildiğim alıntılar vasıtasiyle...)

Sivaslı hemşehrimin bahsettiği muhtemelen DynEd içerisinde ki diyaloglardan biri. Fakat google'a her dyned yazan beni bulacaksa MEB tarafından mimlenmem yakındır.

Bu "paşalı" mevzuunu anlamadım. Fakat bilen varsa bana da kısaca anlatsın, kim bu paşalı sülalesi. Tekirdağ, senden cevap bekliyorum.

Requiem for a Dream filmiyle ilgili toplasan en fazla "bir" cümle kurmuşumdur şu blogda, adam kasten mi yaptı bilmiyorum, google'a böyle bir önerme yazıp beni bulmuş. Requiem for a Dream'e saçma diyen arkadaşın en sevdiği film de kesin "Jeux D'enfants"dır.

İzmir'li arkadaş anladığım kadarıyla Anne Boleyn'i araştırıyordu. Kraliçenin vaktiyle Pembroke Markizi ilan edildiğini öğrenince işin içinden çıkamadı. "Markiz" İngiltere'de bir soyluluk ünvanı olup, "Marki"nin kadınlar için kullanılan versiyonudur. "Dük"den bir kademe aşağıdadır. Kasaba tarzı küçük yerlerin yönetimi ve savunması için görevlendirililer. Kaymakam gibi ama, tam değil. Umarım yardımcı olabilmişimdir.

Ya Allah aşkına, Zerrin Egeliler yazıp beni bulmak nasıl bir çelişkidir arkadaş ya. Daha önce adının sanını duymadığım bu insanın kim olduğunu sayenizde öğrendim. Hayır öğrenmem değil sıkıntı olan, benim blogum nere, Zerrin Egeliler nere amk! Bak arka arkaya farklı şehirlerden yazmışsınız bir de, hey yareppim!


"Erhan" ismini içeren küfür aradığına göre bu da "Mahmut seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım"cılardan olsa gerek. Yazık la kimin çocuğuysa...


Güzel filmdir, bir çok versiyonu vardır, neyse ki ağlama sahnesi yok denecek kadar az. Yoksa ben takriben 1384 kez izleyemezdim.

Aaaa bakın taaa Şırnak/Cizre'den kimler ne aramış ve ne bulmuşlar! (La havle!)

Bak bu Kayserili arkadaşın beni bulmasına şaşmamak lazım. Tam isabet!

Hayatımda ilk kez Samsun/Havza'da hamama gitmiştim, 11 yaşındaydım evet. Doğru gelmişsin Antalya.

Benim bildiğim tek marka var, onu da burada yazamam, reklam olur :P

Offf!

Kuran çarpsın böyle bir gezegen var deseler inanırım, zira hayatımda ilk kez Barnaul hatta ve hatta Altaisky krai diye yerlerin var olduğunu öğrendim. Onu da bırak, adam beni tanıyor beni! Direkt beni yazmış google'a, netekim bulmuş. Ürktüm lan, tövbe bismillah!

(Bu arada Altaisky krai, Rusya'nın güneyinde "Altay krayı" adı verilen federal bir bölge olup, Barnaul da bu bölgede merkezi idare bölgesi, bir nevi başkentmiş efenim. Tee nerelerde tanınıyor, okunuyorum. Kıçımın dibinde yaşayıp, blogumu takip etmeye üşenenlere duyrulur!)