Thursday, 29 August 2013

Sen yetkili bi abiye benziyon

(Başlığa takılanlar için video)

Başbakanın, iktidarda kaldığı her 
yasama döneminde aldığı oyların kendisini yepyeni yetkilerle donattığına dair bir inancı olduğunu düşünüyorum. Kendince oynadığı peygambercilik oyununu her seferinde daha geniş kitlelere yaydıkça coşuyor, kişisel aurasıyla her vatandaşa tek tek tesir edebileceğini zannediyor. Yoksa yaşam tarzlarına müdahale konusunda söylediklerine tepki gösterilmesini şaşkınlıkla karşılamaz, “aganın pohunun üstüne poh olur mu”culuğa kadar indirmez çirkefliğin boyutunu. İşin ilginci, yorumları kendine oy veren taban içerisinde oldukça prim yapıyor.

Şimdi oturup en az üç çocuk mottosundan; kürtajı, sezaryeni ahlaksızlık olarak değerlendirip yasaklama arzusundan; içki içen herkesi alkolik olarak sınıflandırmasından uzun uzun bahsetmeyeceğim bunları hepimiz ezberledik artık.



Tayyip Erdoğan ve muadillerinin birkaç aydır yeni yetki alanları, insanların neye üzülüp, neye üzülemeyeceklerini denetleme isteği. Konuyu döndürüp dolaştırıp “Gezi Parkı direnişinde ölenlere üzülenler neden Mısır’daki müslümanlara yapılanlara tepki göstermiyor”a getiriyorlar. Amaç hem yaraları kaşımak, hem de “müslüman” sözcüğünü kullanarak kendi hedef kitlelerine inceden mesaj göndermek. Son birkaç aydır kendi etki alanları altında olduğunu düşündükleri insanların da bir uyanış içerisine girmiş olmalarından ölesiye korkuyorlar çünkü. Gerçek istekleri Gezi destekçilerini Mısır’daki acıya ortak etmek değil, “müslümanlar ölüyor” diyerek inanç üzerinden sınıflandırma yaparak insanları ötekileştirmek. “İnsanlar ölüyor” dese belki Geziciler’den destek bulacak, istediği destek değil, çekilen acılar üzerinden kutuplaşmalar yaratmak. Çünkü karşısına aldığı kitleyi iyi tanıyor; işin içine inanç, etnik köken, cinsiyet gibi keskin ayraçları sokuşturduğunda onları kendinden uzaklaştıracağını iyi biliyor. Düşman gördüğünün tepkisini bolca çekerek mağduriyetini artırıyor.






İktidar terörüne karşı direnirken hayatını kaybeden Ethem’i, Abdullah’ı, Ali İsmail’i Mehmet’i, Medeni’yi (hatta halihazırda komada yatmakta olan 14 yaşındaki Berkin'i) devlete baş kaldıran hainler gibi lanse ettikten, cenaze törenlerine dahi saldırdıktan sonra Adeviye meydanına öldürülen Esma için gözyaşı dökerek yancı toplama samimiyetsizliğini yüzlerine vuranları duygusuz sığırlar olarak nitelendirmeye de kalktılar. Mısır’daki insanlar darbe mağduruyken biz kaybedilmiş bir kaç göz, hastanelik olmuş yedi sekiz çapulcu ve beş ölülük halimize şükretmeliyiz çünkü onların nazarında. Acının büyüklüğü ölen kişi sayısıyla ve ne yaparken, ne şekilde öldükleriyle belirleniyorsa Reyhanlı’ya da bir göz atalım. Rojava ve Lazkiye’ye hiç girmiyorum bile, zira etnik köken ve mezhep ırkçılığınız Arap-Sünni müslüman kardeşlerinizden başkasının acısını paylaşamayacak kadar kör etmiş gözlerinizi.



Burada işin içine üst düzey siyasi çıkarlar da giriyor elbette. Bu nekrofili hastaları için Ortadoğu'da ne kadar çok ölü, o kadar siyasi rant. O yüzden “Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de ölenler Müslüman değil miydi onları neden böyle savunmadınız?” bikbikçiliği yapmanın hiçbir anlamı yok. Boşa nefes tüketmeyin. İşin içine emperyalizmin girmediği bir “özgürleşme”, “demokratikleşme” girişiminin onlar için değeri yok. Nasıl ki Irak’a demokrasi götüreceğini söyleyen emperyalistlerle işbirliği yaparak Irak halkına karşı bir “taşak geçme” politikası uyguluyorlarsa, Mısır’da ölenler için yas tuttuklarını söylerken de Mısır halkına karşı aynı politikayı uyguluyorlar. Türkiye’yi bu kategoriye katma gereği duymuyorum bile, zaten malumunuz birkaç gün önce palalı saldırgan için kırmızı bülten çıkardıktan sonra bugün adamı göz altına alıp bir iki saat içerisinde serbest bırakmış olmaları malum politika için yeterli bir gösterge. Yukarıda tek tek isimlerini saydığım direniş şehitlerinin katili olan polislerin isimlerini zikretmeme sanırım gerek yok…

Fakat bizim çapulcular yine de dirayetli çıktılar, başbakan ve ekibinin attığı iftiralara, çirkin yakıştırmalara, ötekileştirme çabalarına rağmen Mısır'daki kanlı darbe konusunda da sessiz kalmadılar. Mehmet Ali Alabora bile hedef gösterildikten ve hakkındaki ütopik iddialara karşı basın açıklaması yaptığından beri koruduğu sosyal medya suskunluğu Mısır halkının yaşadığı zulum sonucu bozdu. Ve elbette "bağzı ünlüler" gibi sıkıya gelince "hüloooğğğ" diye yırtınarak değil...




Thursday, 15 August 2013

Ben diyeyim Hercule Poirot siz diyin Sherlock Holmes

Heyhat! yaşadıkça ne dersler çıkarıyorum bu hayattan. Bütün kış, şu yaz tatili gelse de kaseyi devirip kömüş gibi yatsam diye hayaller kurup durdum. Belli bir müddet gezer, görmediğim uzak diyarlara varıp acıcık fotoğraf çeker, sonra, yazın en sıcak günlerinde Trakya'ya dönüp kırar dizimi otururum dediydim. Her ne kadar, kaseyi devirip yatma planım tıkır tıkır işliyor olsa da aklımın, havsalamın almadığı kadar saçma bir yaz tatili geçiriyorum.

Yaz tatili başlangıcı için yaptığım, ipinden boşanmış davar gibi gezme planımın, benim elimde olmayan nedenlerle suya düştüğüne şu yazıda kısaca değinmiştim hatırlarsanız. Daha sonrasında da plan yapmayı bırakıp kendimi makus kaderimin kollarına bırakmıştım.

Sonra, anacığımın ramazan bayramı tatilinde İstanbul'a gidelim azıcık sahil neyin gezelim isteğini geri çeviremedik Esra ve ben. Hafif gönülsüzce hazırlanıp, bavulumuzu toplayıp, arife günü yola koyulduk Büyükçekmece'ye doğru. Silivri'ye kadar güle oynaya, yer yer bindiğimiz aracın sürücüsünün açtığı radyodan gelen Mustafa Ceceli, Bengü vs çığırışlarının kafamızı s.kmesine engel olmak için kulaklıkları takıp son ses, kendi zevkimize uygun müzik türüyle kafamızı s.ktik. Silivri'ye ayak bastığımız anda,  Büyükçekmece ve ötesine seyreden aracın çığırtkanı bavullarımızı ve bizi kanadımızdan tuttuğu gibi bagajın/aracın içine attı. Biraz dalgıncana görünen muavin, ücretleri toplarken ben, çok ayrı yerlerde oturan annemle kardeşime kaşlarımla "bendensiniz raad olun" işareti yaptım.

Büyükçekmece'ye varıp otobüsten indiğimiz anda o dalgıncana muavin lahzada cevvalleşip bizim bavulları önümüze atıp, aracın kaportasına tak tak vurup içeri atlayayazdı ki, "bu bizim bavulumuz değil" diye feryat ettim. Annem, "bizim bavul işte" dedi, "yok anam yok kurban olduğum ben kendi bavulumu tanımaz mıyım, bu bizim bavul değil" dedim tekrar. Muavin lafa karıştı, "ama başka bavul yok bagajda" (sanki başka bavul olsa içlerinden en çok beğendiğimizi seçip alıcaz, karpuz çünkü) "galiba Batıköy'de inen bayan aldı sizin bavulu, aynısı vardı onda da" dedi, ("galiba" ne ulan göt!) ona göre çok doğal bir durum, artık kaç kez karşılaştıysa bu durumla. Bize otobüsün Silivri şubesinin numarasını verdi, farkederse o bayan orayı arar dedi. Koştur koştur, arkasına bakmadan otobüse bindi gitti eşşoğlusu! Aradık Silivri'yi meramımızı anlattık, henüz başka arayan olmadı dediler numaramızı aldılar, aslında şaşırtıcı derecede ilgilendiler mağduriyetimizle (belki de mış gibi yaptılar ne bileyim).

Biz elimizde elalemin bavuluyla, boynumuz bükük amcamgilin eve vardık. Bavulu açtık, bakarsın bir iz, bir telefon numarası, bir adres, en azından facebookta araştırmalık bir isim-soyisim buluruz diye. İçerisinde nemli havlular, alelacele dürülüp bavula tıkılmış yazlık XXL elbiseler, bir fotoğraf makinesi ve Jorge G. Castaneda'nın Che Guevara Yoldaş kitabından (o telaş, sinir ve endişe dolu hissiyata rağmen takdir etmeden duramadım) başka bir şey yoktu. Kitabın sayfalarında tek bir yazı bulamadık. Fotoğraf makinesinde manasız (bize göre) fotoğraflar, kafelerde, restorantlarda çekilmiş, CHP kadınkolları üyelerini andıran teyzeleri içeren videolarda da belirgin bir detay yoktu. Hala Silivri'den haber bekliyorduk.

Biz elimiz böğrümüzde otururken, yengem bavulu yeterince didiklemediğimizi düşünüp tekrar açtı. O esnada annem bizim bavulun içindekileri sayıyor, bir yandan moralini yüksek tutmaya çalışıp bir yandan daha siftah yapmadığı bilmem kaç liralık elbisesine ağıt yakıyordu. Yengem bavuldan çıkardığı her giysi, havlu, çul, çaputa ayrı mahana buluyor, "şu kokmuş soykaları arayıp netsin, hebire sevinmiştir sizin çantayı bulduğuna." diyordu. Ben içten içe ulan kadın belli ki XXXXXXL beden, neresine monte etsin bizim XS, annemin L pırtıları diyordum ama o ruh haliyle yine de hak veriyordum yengeme.

Üç gün kulağımız seste, bavuldan bir haber bekledik. Bu arada yaptığımız tüm gezmece-tozmaca-eğlenmece planlarını sırf moral bozukluğundan rafa kaldırdık. Hatta annemle yengem bi aralık ellerine kadının fotoğraf makinesini alıp Batıköy yollarına düştüler. Belki soruşturursak buluruz, Batıköy avuçiçi kadar yer dediler. Yorgunluktan dökülür halde eve döndüklerinde çoktan akşam olmuştu. İkisinin de ayakları su toplamış boyunları sıcaktan kızarmış, kolları güneşten gövermiş velakin, soruşturmadık dükkan, fotoğrafları göstermedik güvenlikçi bırakmadıkları halde elle tutulur bir şey bulamamış, fukaralar, yavrumlar yazık. Biz de hepten üç günlük yas ilan edip bayrakları yarıya indirmedik tabi, azıcık sahile filan çıktık, bir iki şort tişört aldık, kuzenin gardroptan geçinirken yüzümüz kızarıyor, utançtan betimiz benzimiz atıyordu çünkü. Yok lan, tek mesele gardrobun efsanevi dağınıklığıydı, kedi eniğini kaybetse bulamaz, kedi kendi girse o hengameye, oksijensizlikten ruhunu teslim eder, kedinin cesedi Keops piramidini andıran o yığını aşıp koku da sızdıramaz, kısacası kediyi de eniğini de bulamaz, dinimize uygun bir cenaze merasimi yapamayız sasddfsdfgdhgfjgklkş

Bayramın son günü babam geldi, olaylardan haberi yok tabi, önceki günlerde beni arıyor, "ne yapıyorsunuz?", "hazırlanıyoruz sahile gidicez" halbüse yalan, evde baykuş gibi hareketsiz oturuyoruz. "annen nerde?", "yengemle markete kadar gittiler, onlar gelince hep birlikte çıkıcaz." yalan, halbüse Batıköy'de bavul izi sürüyorlar. Kendisi adeta ayaklı stres topu olduğundan gerçeği telefonda söyleyip bir de onun moralini bozmayalım oralarda dedik. Hayır hepsini geçtim saatte bir arar, bavuldan haber var mı, aradınız mı, bi daha arayın diye diye iki dişi kalmış huzurumuzun da içine eder. Son gün geldi babam, bizim bavuldan daha ses yok, ben zaten ümidi kesmişim, eve dönme hazırlığındayım... Bir de ne var biliyor musun, biz elin kadınına laf edip durduk bi telefon, adres iliştirmemiş bavulun kıyısına diye, bizim bavulda da çaputtan, pılı pırtıdan başka bir şey yok amk! Geri kalan her şey kol çantalarında filan. O değil de insan bavulunu tanımaz mı? Belki o yaşa gelince ben kendimi tanımam şimdi peşin peşin kınamıyım kadını, yengem gibi.

Babama bütün gerçeği, tüm çıplaklığıyla ve uygun bir dille anlattık. Bir de ben bakayım şu resimlere dedi. Kuzende uygun kablo varmış bu kez bilgisayara bağladık makineyi, her fotoğrafı tek tek inceledik, videoları tek tek seyrettik. Benim yüzümde belertik bir ifade, biz kaç gündür izliyoruz, kadının Beren adında bir torunu olduğu dışına bir şey öğrenemedik sen mi bulucan, düşüncelerine dalmış dolanıyorum evin içinde. Bir ara, bi kafede çekilmiş videolardan birinde masa örtüsünün üzerinde bir yazı ilişmiş Esra'nın gözüne. O anlık görüntüyü durdura durdura, tekrar tekrar baka baka okudu en sonunda, Batıköy Park Cafe. Hemen internetten adresi ve telefon numarası bulundu, fotoğrafçıdan kadının resmi büyütülüp çıkartıldı. Batıköy yollarına düşüldü tekrardan, bu sefer ben, babam, amcam, Esra, Aydın (kuzen). Sora sora bulduk kafeyi. Durumu kafe sahibine anlattık, resmi gösterdik, videoyu izlettik. Videodaki kadınlardan biri (adı Reyhanmış) tanıdık çıktı, hemen telefon edildi kadına, durum izah edildi. Ama kadın o videoda kimlerin olduğunu bir türlü hatırlayamadı, en sonunda Esra "Beren adında torunu var kameranın sahibinin" diyince, telefondaki kadın kolları üyesi ablanın hafızası yerine geldi, "Sema o zaman o" dedi. Sonra o Sema'yı aramış durumu izah etmiş, tekrar kafenin sahibine döndü telefonla, Sema hanım da zaten yakınlarda bir kafede oturuyormuş (milletteki rahatlığa bak amk!) yola çıkmış, bize doğru geliyormuş.

Kadını bulduğumuzda ana avrat sövme hayali kuran Esra, mutluluktan ekstrem bir kibarlığa büründü. Adeta bir Fransız leydisiymişcesine az-öz ve ölçülü konuşmaya başladı. Arabanın arka koltuğuna arkalı önlü sığışıp Sema teyzenin eve doğru giderken teyze de bize Silivri'yi aradığına dair çelişkili ifadeler veriyordu. Biz o mutlulukla çok da iplemedik teyzeyi açık söyliyim, yalnız kadıncağız üç gündür ateşler içinde yattığını hiçbir şeyle ilgilenemediğini filan da söyledi. Artık ne kadar doğru bilmiyorum, ama ben üç gün ateşler içinde yatsam dördüncü gün kafelerde ahbaplarımla taşak muhabbeti yapmak için yarışa girmem, iyice iyileşmeyi beklerim. Her neyse, bagajda muhafaza ettiğimiz emanet bavulu teyzeye teslim ettik, asansörde teyzeye onu bulma hikayemizi anlattım hızlıca. O da bavulu açtığında hep "küçük kız eşyaları" bulunca anlamış kendi bavulu olmadığını. Boyumuz ve kilomuzdan dolayı çeşitli öküzler tarafından türlü aşağılamalara maruz bırakıldık yıllarca, ama bu kadar bilinçsizce geçilen dalga daha bi bozdu moralimi lan! Ayrıca kadının bavulunu tanımaması normal, 50cm önündeyim hala bana "küçük kız" diyip durdu ya la!

Bu kadar koşturmacayla elde ettiğimiz şey nedir? Çantanın iç gözündeki astarın altına gizlenmiş dört tomar İngiliz pound'u değil tabi. "Mal canın yongasıdır!" da değil, sadece moralimizi bozup annemin kısacık tatilini burnundan getiren üç beş parça kıyafeti geri bulmak bizim için teselli oldu gibi sanki. Allah fukarayı sevindirmek için önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş ya.

Bunun gibi.

Bu yaz çok s.kimsonik! Bitse de çalışsak, unutsak...

Kendime not: Acaba bu hikayeyi "Detective Stories" ünitesinde çocuklara anlatıp kendimi bir de onlara mı rezil etsem. Zaten bu blogu da sırf kendimi ele güne karşı gömeyim diye açmışım gibi olmamış mı lan? Hep bir rezillik, hep bir daşşak muhabbeti...