"Bazen rüzgarın saçımı dağıtmasına, yağmurun yüzümü ıslatmasına, birilerinin kalbimi kırmasına izin veririm...
Sonra;
Saçımı toplarım,
Şemsiyemi açarım,
Kalbimi kapatırım
Hepsi bu..."
Can Yücel
Saturday, 22 December 2012
Monday, 17 December 2012
Aramaya inananlar bu başlıkta birleşti 4
İşiniz gücünüz yok google'da zırt pırt arama yapıyorsunuz ve üstüne üstlük yoktan yere beni buluyorsunuz. Yalnız bu tarz aramalar yapmak sizin gibi aydın gençlere, parlak beyinlere hiç yakışmıyor haberiniz olsun. Hadi ben cahilim, bilgisizim, küfürbazım, edepsizim diyelim (mesela); size ne oluyor kuzum? Edeb ya hu!
Aslında alışkınım, insanların arkadaşlarımı ararken benim bloguma ulaşmasına ama yine de şaşırdım. Hacı (Şule'ye seslenir) bu Angaralı arkadaş isim-soyisim vermiş google'a bak hele! Tehlikenin farkında mısını?

Saturday, 8 December 2012
Mahrum mahremiyet
Akşam işten eve dönersin. Karanlık.
Işığı yaktığında gördüğün tek şey sevdiğin ya da sevmediğin eşyalarla dolu, boş bir oda. Duyduğun tek şey mutfaktaki kombinin sesi.
Üstünü değiştirdin ve dinlenmek için oturdun. Yorgunsun, belki de mutsuz. Bomboş gözlerle etrafı seyredersin önce. Hiç. Ve hala duyduğun tek ses, mutfaktaki kombinin sesi.
Duvar saatinin saniye çubuğu bile kendi halinde akıp gidiyor. Ses çıkarmasın, seni rahatsız etmesin diye özellikle almıştın onu. Halbuki o "tik tak"lara bile ne kadar muhtaçsın şimdi.
Biraz gürültü yapsın diye televizyonu açarsın ve yine bomboş gözlerle izlemeye başlarsın. Gördüklerin seni memnun etmez. Yapaydır çünkü. Gerçek bir insanın varlığını arar, bulamazsın. Gördüklerinden sıkılınca gürültü devam etsin diye radyo açarsın. Eline bir kitap alır, başkalarının hayatlarını okuyarak zaman geçirmek istersin. Başkalarının, gerçek ya da kurgu, dopdolu hayatlarında hayat bulmaya çalışır, sendeki boşluğu onlarla doldurmaya çalışırsın.
Fakat hala yorgun, hala mutsuzsun. Kafandaki sıkıntıları dağıtacak, uğraşacak bir meşgale bulsan bile, onu paylaşacak, anlatacak birileri yoksa yanı başında, yaptığın şeyin değeri de yokmuş gibi görünür.
Yorgunluğunu atmak, karamsarlığını dağıtmak için seni teselli edecek bir çift göz; başını yaslayacak bir omuz arayışın sonuçsuz kalır, yalnızca radyo ve kombi sesinin doldurduğu o sessiz duvarların içinde. Ayrıca "tik tak"lamayan duvar saatin.
Ve bu yüzden o yorgunluğu üzerinden atamaz, o mutsuzluktan sıyrılamazsın. Nereye gitsen, kiminle görüşsen o seninle gelir. Başının sağ kısmı ve göğsünün sol köşesi arasında bir yer edinmiştir kendine. Duruşunu, bakışını, yürüyüşünü, nefes alışını etkiler. Nasıl davranacağına o karar verir. Seni hayattan, insanları senden soğutur, hatta nefret ettirir.
Hayatının en berbat ve en kurtuluşu olmayan parçası haline gelen bu hissi değiştirmek senin elinde midir? Belki... Şans vermediklerin için pişmanlık duyar, şans verdiklerine lanet okursun seni bu halde bırakıp sonsuza dek yokoldukları için. Ve ne ilginçtir ki dünyaya bir kez daha gelsen yine aynı hataları yapacağını, aynı kararları vereceğini bildiğin halde içten içe pişmanlık duyarsın.
Kombi-radyo kombinasyonu sessizliğin içerisinde harcanan zaman ve yitirilen ömür kırıntıları üzerine düşünmeye başladığında daha fazla yorulur, mutsuzluğuna mutsuzluk ekler ve bu şekilde yaşamaya devam etmek için çaba gösterirsin.
Seninki çaba göstermekten ibarettir çünkü. Kendini akışına bırakabileceğin, geleceğine dair umut beslediğin ütopik düzenler zihninin dehlizlerinde, eriyen mum gibi akar gider. Giderken değdiği her yeri yakar, onarılmayacak izler bırakır etrafında.
Şimdi göğüs kafesinin sol yanı sızlıyor, canını sıkan hiçbir şeyi unutamıyorsa dimağın kendine bir sor, tüm bu hiçliğin mümessili kim? Sen mi, yaptığın tercihler mi, başkaları mı? Bir bak bakalım, cevabı bulduğunda, gerçekleşmeyen beklentilerin yüzünden hala eskiden sevdiğin insanları, dostlarını, aileni, Tanrı'yı suçlamaya devam edebilecek misin?
Işığı yaktığında gördüğün tek şey sevdiğin ya da sevmediğin eşyalarla dolu, boş bir oda. Duyduğun tek şey mutfaktaki kombinin sesi.
Üstünü değiştirdin ve dinlenmek için oturdun. Yorgunsun, belki de mutsuz. Bomboş gözlerle etrafı seyredersin önce. Hiç. Ve hala duyduğun tek ses, mutfaktaki kombinin sesi.
Duvar saatinin saniye çubuğu bile kendi halinde akıp gidiyor. Ses çıkarmasın, seni rahatsız etmesin diye özellikle almıştın onu. Halbuki o "tik tak"lara bile ne kadar muhtaçsın şimdi.
Biraz gürültü yapsın diye televizyonu açarsın ve yine bomboş gözlerle izlemeye başlarsın. Gördüklerin seni memnun etmez. Yapaydır çünkü. Gerçek bir insanın varlığını arar, bulamazsın. Gördüklerinden sıkılınca gürültü devam etsin diye radyo açarsın. Eline bir kitap alır, başkalarının hayatlarını okuyarak zaman geçirmek istersin. Başkalarının, gerçek ya da kurgu, dopdolu hayatlarında hayat bulmaya çalışır, sendeki boşluğu onlarla doldurmaya çalışırsın.
Fakat hala yorgun, hala mutsuzsun. Kafandaki sıkıntıları dağıtacak, uğraşacak bir meşgale bulsan bile, onu paylaşacak, anlatacak birileri yoksa yanı başında, yaptığın şeyin değeri de yokmuş gibi görünür.
Yorgunluğunu atmak, karamsarlığını dağıtmak için seni teselli edecek bir çift göz; başını yaslayacak bir omuz arayışın sonuçsuz kalır, yalnızca radyo ve kombi sesinin doldurduğu o sessiz duvarların içinde. Ayrıca "tik tak"lamayan duvar saatin.
Ve bu yüzden o yorgunluğu üzerinden atamaz, o mutsuzluktan sıyrılamazsın. Nereye gitsen, kiminle görüşsen o seninle gelir. Başının sağ kısmı ve göğsünün sol köşesi arasında bir yer edinmiştir kendine. Duruşunu, bakışını, yürüyüşünü, nefes alışını etkiler. Nasıl davranacağına o karar verir. Seni hayattan, insanları senden soğutur, hatta nefret ettirir.
Hayatının en berbat ve en kurtuluşu olmayan parçası haline gelen bu hissi değiştirmek senin elinde midir? Belki... Şans vermediklerin için pişmanlık duyar, şans verdiklerine lanet okursun seni bu halde bırakıp sonsuza dek yokoldukları için. Ve ne ilginçtir ki dünyaya bir kez daha gelsen yine aynı hataları yapacağını, aynı kararları vereceğini bildiğin halde içten içe pişmanlık duyarsın.
Kombi-radyo kombinasyonu sessizliğin içerisinde harcanan zaman ve yitirilen ömür kırıntıları üzerine düşünmeye başladığında daha fazla yorulur, mutsuzluğuna mutsuzluk ekler ve bu şekilde yaşamaya devam etmek için çaba gösterirsin.
Seninki çaba göstermekten ibarettir çünkü. Kendini akışına bırakabileceğin, geleceğine dair umut beslediğin ütopik düzenler zihninin dehlizlerinde, eriyen mum gibi akar gider. Giderken değdiği her yeri yakar, onarılmayacak izler bırakır etrafında.
Şimdi göğüs kafesinin sol yanı sızlıyor, canını sıkan hiçbir şeyi unutamıyorsa dimağın kendine bir sor, tüm bu hiçliğin mümessili kim? Sen mi, yaptığın tercihler mi, başkaları mı? Bir bak bakalım, cevabı bulduğunda, gerçekleşmeyen beklentilerin yüzünden hala eskiden sevdiğin insanları, dostlarını, aileni, Tanrı'yı suçlamaya devam edebilecek misin?
Friday, 7 December 2012
Buralardan bir Charles Bukowski geçti 2

Aradan yıllar geçtikçe hem içimdeki iflah olmaz hümanisti öldürdüm, hem de insanlara karşı daha tahammülsüz oldum sanırım. İtiraf edeyim ki bu iki kötü özelliği mesleğime de yansıtmaya başladım ve daha da kötüsü, bundan hiç rahatsız değilim.
Bukowski'ye dönecek olursak, Kadınlar'ın ardından onu okumaya 1 yıl kadar ara verdim. Çoğunlukla, okuduğum ilk romanını sevmediğim, görüşlerinden rahatsızlık duyduğum yazarların diğer kitaplarına dönüp bakmam bile. Ama, neden bilemiyorum, içimde bir dürtü Bukowski'ye bir şans daha vermemi söyledi. Belki de satır aralarına sıkıştırdığı ve üzerinde düşündükçe farketmeye başladığım toplumsal duyarlılığı beni buna itti.
Böylece Factotum, Sıcak Su Müziği ve Pulp'ı da okudum. Yazara gerçekten haksızlık etmişim! Tek bir romanından dolayı önyargılı davrandığım için pişmanlık duyduğum çok az yazardan biri haline geldi Charles Bukowski. Çok basit hayatları, basit bir dille anlatarak çürümüş sistemin derinlerine inişine yer yer hayran kaldım çünkü.
Üzerine uzun uzun konuşmak, uzun uzun yazmak isterim, ama bu cuma akşamında henüz, Bukowski felsefesine soyunacak kadar güzelleşmedi kafam. Keşke alkol stoğum biraz daha fazla olsaydı. İşte o zaman tam Bukowski kafasında yazardım ki benim gibiler okumasın...
Subscribe to:
Posts (Atom)