Friday 31 August 2012

Ben dinlenesiye yaz bitti

Genç kızlarımızın facebook üzerinden, "en derin göğüs dekolteli, en şıkır şıkır parlayan bronz bacaklı fotoğraf albümü paylaşmaca" kapışmalarının kıran kırana sürdüğü bir yaz mevsimini daha geride bırakmak üzereyiz.

Aslında yazın artık tadında bırakarak bitmesi hepimizin göz ve mide sağlığı için fevkalade faydalı. Zira daracık mini şortun bittiği yerde pörtleyen bacak seyretmekten; sandaletlerden fışkıran batık tırnaklı, mantarlı ayak parmaklarına maruz kalmaktan kurtulacağız. Elbette bu görüntülerin zirvesinde, yeterince iyi temizlenmemiş, terli koltuk altları var.

Sanırım yaz mevsiminin aslında çok da cazip olmadığını anlatmak için daha fazla iğrençleşmeme gerek yok. Zaten cazip olan mevsimin kendisi değil, beraberinde getirdiği tatil. Tatil anlayışı deniz-kum-güneş olan biz Akdeniz insanının bu vıcık vıcık ve bunaltıcı mevsimi iple çekmesi gayet normal tabi. Herhangi bir meslekte çalışan insan için yıllık iznini istediği tarihte kullanma özgürlüğü varken yazı seçmesi de bundandır. Tatili zorunlu olarak yaz mevsimine denk gelen meslekler (misal öğretmenler) hariç.

Ha ben bundan şikayetçi miyim? Değilim tabi. İki ay kesintisiz tatil yapmak her mesleğe nasip olmuyor en nihayetinde. Ama isterdim ki tatilimin bir kısmını henüz bunaltıcı sıcakların bastırmadığı Nisan-Mayıs aylarında kullanabileyim. Ya da sonbaharda trenle, şöyle Paris'e doğru... Sonuncusu saçmaydı evet. Senin cürmün ne ki Paris'e gidiyorsun sonbaharda ulan?! Babam okusa "önce aç karnını doyur sen" der. Haklı...

"Neyse konuyu dağıtmayalım!" şeklinde devam edecektim ama farkettim ki konu yok amk! Sadece yaz tatili bitiyor olduğu için, birkaç gün sonra işbaşı yapacağım için ne kadar bedbaht olduğumu anlatmak istiyordum ama neyle başladık, neyle devam ettik anasını satayım! (özne yüklem uyumsuzluğunu kestin mi kanka?)

Keşke ben de şu, öğrencilerine kavuşmayı dört gözle bekleyen öğretmenlerden olsam. Tatillerde onlarla görüşmek için fırsatlar yaratsam, onları özlesem filan... Ayrıca bilmem farkına vardınız mı (gerçi çoğunlukla iplemiyorsunuz burada anlatıp anlatmadıklarımı) ama bu yıl hiç okuldan, ya da öğrencilerden bahsetmedim. Zira, okulla ilgili anı dağarcığım ve halet-i ruhiyem eve döndüğümde, mutlak suretle bilinçaltına itmeye çalıştığım durumlarla doluydu. Belki vakti geldiğinde, artık onlara karşı yeterince duyarsızlaştığımda öğrencilerimi de anlatmaya başlarım burada. Daha önce de söylediğim gibi okulu benim için katlanılabilir hale getiren belli kişiler var ve sayıları her geçen gün artacağına gittikçe azalıyor. O koskoca, delicesine kalabalık binada bir elin parmaklarını geçmiyorlar benim için. Böyle olmasından memnunum, zaten hayatımın hemen hemen hiçbir döneminde kitlesel arkadaşlıklar kurmadım, geniş kalabalıklara yaymadım dostluğu.

Yaz biterayak bana da bir soğuk algınlığı dadandı. Yağmur yağdığından havanın serinlemiş olduğunu göz ardı edip her zamanki gibi içeceğimin içine buz boca ettiğim gecenin sabahı boğaz ağrısıyla uyandım. Ağır depresif bir insan olduğum için herhangi bir fiziksel disorder durumunda psikolojimde de üç günlük ömrü kalmış hasta bunalımı hasıl oluyor. En çok bu huyuma gıcık oluyorum. En önemli tedavinin güçlü motivasyon olduğu ağır bir hastalığa yakalansam, hastalığı yenmem imkansız yeminle. (Tahtaya vurur!)

6-7 yıl önce bıraktığım, seri Agatha Christie kitabı okuma alışkanlığıma geri döndüm. Çekirdek yemek gibi geliyor bana bu teyzenin (nur içinde yatsın) kitaplarını okumak. Ara sıra onları okuyarak zihnimi dinlendirmem gerekiyor. Fakat şunu anlamıyorum, o kadar A. Christie kitabı okudum, çoğunun ismini hatırlayamadığım gibi okumadığım daha bir sürü kitabı olduğunu öğrendikçe şaşırıyorum. Elif Şafak gibi seri üretmiş bu teyzemiz kendi zamanında, yine de Elif Şafak kitabı okumak kadar zaman kaybı gelmiyor bana onun kitaplarını okumak. En azından Mevlana gibi, Şems gibi ünlü düşünürlerden ekmek yemek yerine kendi kahramanlarını yaratıyor (Hercule Poitot, Jane Marple vs) onlar üzerinden kurguluyor hikayelerini.

Özlemişim...

(şu bitişleri bir türlü beceremiyorum arkadaş ya!)

6 comments:

jewel said...

elif şafak da kendi karakterlerini yaratabiliyordu ya aşk'a kadar. sonra "ne yorucam olm kendimi, biraz hazır yiyeyim" dedi zaar.
bazı yazarlar saçmalıyo böyle arada, buket uzuner'in de var sayfalarca boş konuşmuşluğu. ama sonradan topladı galiba.. onu affedebiliyorum da niyeyse elif'e gıcığım geçmiyo. 'shafak'mış ya uluslararası mecralarda. shafak, teyallam.
(susmuyorum yalnız)

Lacrymosa said...

benim elif şafak'a (hatta yer yer shaf*ck) duyduğum antipati nerede, neyle başladı hatırlamıyorum bile. bir türlü elime kitabını alıp okuyasım gelmiyor. hatta onun kitaplarına para dökenleri kınar oldum kendi içimde. n'oluyor bana yahu? neden haz etmiyorum bu kadından?

bıraksan ben de sabaha kadar elif şafak şöyle beleşçi, şöyle burjuva, böyle dar görüşlü diye sayıp dökerim. ama gerek yok, okumamak daha iyi...

DOREMİ said...

lacrymosa evlendikten sonra değişti gibime geliyor bende okumak istemiyorum onu:/

DOREMİ said...

Yazın pek ağır kitap okımak da olmuyor eskiden agatha cıydım ben de:))

Lacrymosa said...

valla hayat hikayesini bilemem, ilgilenmiyorum da. ama bana kitap yazmak için "illa ki İngiltere'deki evimde sessizce akan Thames nehrini izlemem gerekiyblalalalala" şeklinde açıklama yapan; adeta yumurtlarcasına üç ayda bir yeni kitap yayımlayan bir yazar hiç samimi gelmiyor. agatha christie'nin hayal dünyasıyla e. şafak'ınkini kıyaslamak da istemiyorum... (oh içimi döktüm ohhh)

DOREMİ said...

iyidir iç döküşler..:))