Genç kızlarımızın facebook üzerinden, "en derin göğüs dekolteli, en şıkır şıkır parlayan bronz bacaklı fotoğraf albümü paylaşmaca" kapışmalarının kıran kırana sürdüğü bir yaz mevsimini daha geride bırakmak üzereyiz.
Aslında yazın artık tadında bırakarak bitmesi hepimizin göz ve mide sağlığı için fevkalade faydalı. Zira daracık mini şortun bittiği yerde pörtleyen bacak seyretmekten; sandaletlerden fışkıran batık tırnaklı, mantarlı ayak parmaklarına maruz kalmaktan kurtulacağız. Elbette bu görüntülerin zirvesinde, yeterince iyi temizlenmemiş, terli koltuk altları var.
Sanırım yaz mevsiminin aslında çok da cazip olmadığını anlatmak için daha fazla iğrençleşmeme gerek yok. Zaten cazip olan mevsimin kendisi değil, beraberinde getirdiği tatil. Tatil anlayışı deniz-kum-güneş olan biz Akdeniz insanının bu vıcık vıcık ve bunaltıcı mevsimi iple çekmesi gayet normal tabi. Herhangi bir meslekte çalışan insan için yıllık iznini istediği tarihte kullanma özgürlüğü varken yazı seçmesi de bundandır. Tatili zorunlu olarak yaz mevsimine denk gelen meslekler (misal öğretmenler) hariç.
Ha ben bundan şikayetçi miyim? Değilim tabi. İki ay kesintisiz tatil yapmak her mesleğe nasip olmuyor en nihayetinde. Ama isterdim ki tatilimin bir kısmını henüz bunaltıcı sıcakların bastırmadığı Nisan-Mayıs aylarında kullanabileyim. Ya da sonbaharda trenle, şöyle Paris'e doğru... Sonuncusu saçmaydı evet. Senin cürmün ne ki Paris'e gidiyorsun sonbaharda ulan?! Babam okusa "önce aç karnını doyur sen" der. Haklı...
"Neyse konuyu dağıtmayalım!" şeklinde devam edecektim ama farkettim ki konu yok amk! Sadece yaz tatili bitiyor olduğu için, birkaç gün sonra işbaşı yapacağım için ne kadar bedbaht olduğumu anlatmak istiyordum ama neyle başladık, neyle devam ettik anasını satayım! (özne yüklem uyumsuzluğunu kestin mi kanka?)
Keşke ben de şu, öğrencilerine kavuşmayı dört gözle bekleyen öğretmenlerden olsam. Tatillerde onlarla görüşmek için fırsatlar yaratsam, onları özlesem filan... Ayrıca bilmem farkına vardınız mı (gerçi çoğunlukla iplemiyorsunuz burada anlatıp anlatmadıklarımı) ama bu yıl hiç okuldan, ya da öğrencilerden bahsetmedim. Zira, okulla ilgili anı dağarcığım ve halet-i ruhiyem eve döndüğümde, mutlak suretle bilinçaltına itmeye çalıştığım durumlarla doluydu. Belki vakti geldiğinde, artık onlara karşı yeterince duyarsızlaştığımda öğrencilerimi de anlatmaya başlarım burada. Daha önce de söylediğim gibi okulu benim için katlanılabilir hale getiren belli kişiler var ve sayıları her geçen gün artacağına gittikçe azalıyor. O koskoca, delicesine kalabalık binada bir elin parmaklarını geçmiyorlar benim için. Böyle olmasından memnunum, zaten hayatımın hemen hemen hiçbir döneminde kitlesel arkadaşlıklar kurmadım, geniş kalabalıklara yaymadım dostluğu.
Yaz biterayak bana da bir soğuk algınlığı dadandı. Yağmur yağdığından havanın serinlemiş olduğunu göz ardı edip her zamanki gibi içeceğimin içine buz boca ettiğim gecenin sabahı boğaz ağrısıyla uyandım. Ağır depresif bir insan olduğum için herhangi bir fiziksel disorder durumunda psikolojimde de üç günlük ömrü kalmış hasta bunalımı hasıl oluyor. En çok bu huyuma gıcık oluyorum. En önemli tedavinin güçlü motivasyon olduğu ağır bir hastalığa yakalansam, hastalığı yenmem imkansız yeminle. (Tahtaya vurur!)
6-7 yıl önce bıraktığım, seri Agatha Christie kitabı okuma alışkanlığıma geri döndüm. Çekirdek yemek gibi geliyor bana bu teyzenin (nur içinde yatsın) kitaplarını okumak. Ara sıra onları okuyarak zihnimi dinlendirmem gerekiyor. Fakat şunu anlamıyorum, o kadar A. Christie kitabı okudum, çoğunun ismini hatırlayamadığım gibi okumadığım daha bir sürü kitabı olduğunu öğrendikçe şaşırıyorum. Elif Şafak gibi seri üretmiş bu teyzemiz kendi zamanında, yine de Elif Şafak kitabı okumak kadar zaman kaybı gelmiyor bana onun kitaplarını okumak. En azından Mevlana gibi, Şems gibi ünlü düşünürlerden ekmek yemek yerine kendi kahramanlarını yaratıyor (Hercule Poitot, Jane Marple vs) onlar üzerinden kurguluyor hikayelerini.
Özlemişim...
(şu bitişleri bir türlü beceremiyorum arkadaş ya!)
Friday, 31 August 2012
Ben dinlenesiye yaz bitti
Etiketler:
Agatha Christie,
Elif Şafak,
facebook,
Hercule Poirot,
Jane Marple,
kitap
Wednesday, 15 August 2012
İstihareye yatsam böyle acayip rüya göremem
Sübanallah, şu mübarek gecede gördüğüm rüyaya bak ey cemaat-i müslimin. İşaret desem değil. Bilinçaltı desem, sanki değil gibi. Bilemedim ben onu.
Dinle bak.
Rüyamda, eski İngiltere kraliçesi I. Elizabeth'in kızıyım (yani VIII. Henry ve Anne Boleyn'in torunuyum, tahtın varisiyim ulan bildiğin). Hani tarihi filmlerde kraliyet ailesinin ya da zengin soylularının yemek yedikleri uzuuuun masalar oluyor ya, öyle bir masada oturuyoruz annemle (I. Elizabeth) karşılıklı. Muhtemelen kahvaltı ediyoruz, ikimizin de gözleri mahmur zira.
Buraya hemen bir not düşeyim, I. Elizabeth'i Cate Blanchett suretinde görüyorum. Kendisi şimdiye kadar izlediğim en etkileyici Elizabeth olduğundan rüyalarımdaki tezahürü de bizzat oyuncunun suretidir.
Neyse annemle, birimiz masanın bir ucunda, diğerimiz öteki ucunda birbirimize somurtarak kahvaltı ediyoruz. Tam sağ tarafımda dedem VIII. Henry'nin şu ünlü yağlı boya resmi var. Hani bacağında muz çorabı, sağ eli belinde, sol eli yanda, yaşlı ve hafif sakat olduğunu belli etmemeye çalıştığı resim. Ben durup durup anneme bir şeyler söylüyorum. Sanki fırça kayar gibi konuşuyorum kraliçeye karşı, cür'ete bak. Ana-kız ilişkimiz, etrafta kimse yokken biraz laçka belli ki. Almışım koskoca İngiltere ve Fransa kraliçesini karşıma, öğüt veriyorum.
Muhtemelen bir gece önce tatsız bir olay yaşanmış, annem de kraliyet ailesine yakışmayacak davranışlarda bulunmuş ki, elimi havaya kaldırmışım, avuç içim yukarıya bakacak şekilde parmaklarımı yukarıda birleştirmişim omuz hizamda bir yukarı bir aşağı sallayarak şu şekil saydırıyorum:
"Ama senin biraz daha sakin olman lazım anne. O kadar insanın içinde ne konuştuğuna dikkat etmen gerekiyor. Bu ölçüsüz davranışlar, ailemizin halkın gözündeki konumunu zedeler... bik bik bik, bla bla bla"
Bildiğin prenses kasıntılığına sahibim, tek bir mimik kullanıyorum ve suratım da her zamanki gibi bir karış (bunun bir kısmı kendi öz ifadem zaten). Ayrıca öğretmen hassasiyetim de üzerimde ki, öğüt verme fırsatını hiç kaçırmıyorum. Kadıncağız da beni dinliyor mahçup bakışlarla, sanırsın kraliçe benim, o da nedimem, gelişine fırçalıyorum. Bir hışımla kalksa, "çabuk alın şunu gözümün önünden, urun kellesini!" dese ne b.k yiyeceğim belli değil. Bendeki de ya deli cesareti, ya da düşmana korku salan o güçlü kadının ana yüreğinin yumuşaklığını bildiğimden şımarıklık yapıyorum.
Ben vır vır konuşurken, bir yandan da elimdeki çatalı bıçağı şangır şungur tabaklara vurarak kahvaltımı ediyorum. Sinirli sinirli hareketler, artık ne olduysa, neden o kadar kızdıysam. Fakat arkadaş kadın sakin sakin kahvaltısını ediyor da ağzını açıp tek laf etmiyor, arada da hüzünlü gözlerle bakış atıyor daha da sinirleniyorum sanki (sinir değil o, şımarıklık yemin ediyorum şımarıklık).
O esnada içeri utana sıkıla, muz çoraplı bir adam giriyor. Muhafız, uşak filan olsa gerek, kraliçeye dönüp, "majeste, bilmem ne dükü sizi bilmem hangi salonda bekliyor." diyor başı önüne eğik. Annem, "birazdan geleceğimi söyle" diyor, adam çıkıyor. Koca rüya boyunca kadının ettiği tek laf bu anasını satayım ya! Ağzını açıp bir "kes lan!" dese pusuvereceğim ama yok, ne sabırlı anaymış. Aman Allah bilir o, savaştan savaşa, antlaşmadan antlaşmaya koştururken beni dadılar, mürebbiyeler büyütmüştür, belli bir yaşa kadar anne yüzü görmemişimdir kesin. O kadar nazımızı çeksin bir zahmet (iyi kaptırdım farkettiyseniz).
Yalnız bak rüya burada bitiyor, muz çoraplı çıkıyor kraliçe tamam geliyorum diyor, kadına ters ters bakıyorum ve uyanıyorum. Bir de kendi kendime dır dır yaparken, yarı İngilizce konuşuyorum yarı Türkçe. Sanırım o sebepledir ki rüyada söylediklerimin tamamını hatırlamıyordum uyandığımda. Ama feci havalara girmiştim ha, uyanıp avel avel etrafa bakarken yüzümdeki o kraliyet mensubu ciddiyeti hala sabit duruyordu.
Vallahi canlar, Hz. İsa'dan beri böyle acayip rüya görmemiştim, kısmet bugüneymiş. Yalnız nedir bu bendeki "tarihi karakter bilinç altı" anlamıyorum ya! Yarın öbür gün Babil kralı Hammurabi'nin mahkemelerinden birinde idam hükmü yemiş bir suçlu olarak görürsem kendimi hiç şaşırmam bu sefer. Gayet soğukkanlı bir şekilde uyanmayı beklerim.
Dinle bak.
Rüyamda, eski İngiltere kraliçesi I. Elizabeth'in kızıyım (yani VIII. Henry ve Anne Boleyn'in torunuyum, tahtın varisiyim ulan bildiğin). Hani tarihi filmlerde kraliyet ailesinin ya da zengin soylularının yemek yedikleri uzuuuun masalar oluyor ya, öyle bir masada oturuyoruz annemle (I. Elizabeth) karşılıklı. Muhtemelen kahvaltı ediyoruz, ikimizin de gözleri mahmur zira.
Buraya hemen bir not düşeyim, I. Elizabeth'i Cate Blanchett suretinde görüyorum. Kendisi şimdiye kadar izlediğim en etkileyici Elizabeth olduğundan rüyalarımdaki tezahürü de bizzat oyuncunun suretidir.
Cate Blanchett, I. Elizabeth rolünde |
Neyse annemle, birimiz masanın bir ucunda, diğerimiz öteki ucunda birbirimize somurtarak kahvaltı ediyoruz. Tam sağ tarafımda dedem VIII. Henry'nin şu ünlü yağlı boya resmi var. Hani bacağında muz çorabı, sağ eli belinde, sol eli yanda, yaşlı ve hafif sakat olduğunu belli etmemeye çalıştığı resim. Ben durup durup anneme bir şeyler söylüyorum. Sanki fırça kayar gibi konuşuyorum kraliçeye karşı, cür'ete bak. Ana-kız ilişkimiz, etrafta kimse yokken biraz laçka belli ki. Almışım koskoca İngiltere ve Fransa kraliçesini karşıma, öğüt veriyorum.
Muhtemelen bir gece önce tatsız bir olay yaşanmış, annem de kraliyet ailesine yakışmayacak davranışlarda bulunmuş ki, elimi havaya kaldırmışım, avuç içim yukarıya bakacak şekilde parmaklarımı yukarıda birleştirmişim omuz hizamda bir yukarı bir aşağı sallayarak şu şekil saydırıyorum:
"Ama senin biraz daha sakin olman lazım anne. O kadar insanın içinde ne konuştuğuna dikkat etmen gerekiyor. Bu ölçüsüz davranışlar, ailemizin halkın gözündeki konumunu zedeler... bik bik bik, bla bla bla"
Bildiğin prenses kasıntılığına sahibim, tek bir mimik kullanıyorum ve suratım da her zamanki gibi bir karış (bunun bir kısmı kendi öz ifadem zaten). Ayrıca öğretmen hassasiyetim de üzerimde ki, öğüt verme fırsatını hiç kaçırmıyorum. Kadıncağız da beni dinliyor mahçup bakışlarla, sanırsın kraliçe benim, o da nedimem, gelişine fırçalıyorum. Bir hışımla kalksa, "çabuk alın şunu gözümün önünden, urun kellesini!" dese ne b.k yiyeceğim belli değil. Bendeki de ya deli cesareti, ya da düşmana korku salan o güçlü kadının ana yüreğinin yumuşaklığını bildiğimden şımarıklık yapıyorum.
Ben vır vır konuşurken, bir yandan da elimdeki çatalı bıçağı şangır şungur tabaklara vurarak kahvaltımı ediyorum. Sinirli sinirli hareketler, artık ne olduysa, neden o kadar kızdıysam. Fakat arkadaş kadın sakin sakin kahvaltısını ediyor da ağzını açıp tek laf etmiyor, arada da hüzünlü gözlerle bakış atıyor daha da sinirleniyorum sanki (sinir değil o, şımarıklık yemin ediyorum şımarıklık).
O esnada içeri utana sıkıla, muz çoraplı bir adam giriyor. Muhafız, uşak filan olsa gerek, kraliçeye dönüp, "majeste, bilmem ne dükü sizi bilmem hangi salonda bekliyor." diyor başı önüne eğik. Annem, "birazdan geleceğimi söyle" diyor, adam çıkıyor. Koca rüya boyunca kadının ettiği tek laf bu anasını satayım ya! Ağzını açıp bir "kes lan!" dese pusuvereceğim ama yok, ne sabırlı anaymış. Aman Allah bilir o, savaştan savaşa, antlaşmadan antlaşmaya koştururken beni dadılar, mürebbiyeler büyütmüştür, belli bir yaşa kadar anne yüzü görmemişimdir kesin. O kadar nazımızı çeksin bir zahmet (iyi kaptırdım farkettiyseniz).
Yalnız bak rüya burada bitiyor, muz çoraplı çıkıyor kraliçe tamam geliyorum diyor, kadına ters ters bakıyorum ve uyanıyorum. Bir de kendi kendime dır dır yaparken, yarı İngilizce konuşuyorum yarı Türkçe. Sanırım o sebepledir ki rüyada söylediklerimin tamamını hatırlamıyordum uyandığımda. Ama feci havalara girmiştim ha, uyanıp avel avel etrafa bakarken yüzümdeki o kraliyet mensubu ciddiyeti hala sabit duruyordu.
Vallahi canlar, Hz. İsa'dan beri böyle acayip rüya görmemiştim, kısmet bugüneymiş. Yalnız nedir bu bendeki "tarihi karakter bilinç altı" anlamıyorum ya! Yarın öbür gün Babil kralı Hammurabi'nin mahkemelerinden birinde idam hükmü yemiş bir suçlu olarak görürsem kendimi hiç şaşırmam bu sefer. Gayet soğukkanlı bir şekilde uyanmayı beklerim.
Etiketler:
Anne Boleyn,
Cate Blanchett,
I. Elizabeth,
rüya,
VIII. Henry
Saturday, 11 August 2012
Başak burcunun tuhaf hikayesi
"Şimdi de burç yorumculuğuna mı başladın?" şeklinde şahlananlar bi sakin olsun! Günlük burç yorumlarına inanmam. Zaten şu ahir ömrümde inandığım çok az şey, çok az kişi ve çok az varlık var. Bunlardan biri de doğduğun anda yıldızların bulunduğu konumun karakterin üzerinde yarattığı etki. Kütle çekim yasaları, Johannes Keppler'in gezegensel hareket kanunları vs. değil buna inanmamın sebebi. Zaten astrofizik konusunda bilgim ilköğretim 7. sınıf seviyesinin üzerine çıkmamıştır, ama astronomiyi severim, astrolojiye de gökyüzüyle ilintilendirildiği için ilgi duyarım.
Bilindiği üzre Başak takımyıldızı, Latin kökenli diller ve Roma İmparatorluğu kökenli tüm milletlerce "Virgo" olarak adlandırılır. "Bakire" anlamına gelen bu sözcüğün niçin bu takımyıldızına/burca verildiğini merak ettim ve sizin için araştırdım.
(Yalnız kardeşimin de Başak olduğunu es geçmem; bu burçtan olanların ukala, çok bilmiş, üşengeç, umursamaz gibi kötü; zeki, pratik, yardımsever gibi iyi özelliklerini bu yarı tarihi, mitolojik yazı içerisine dahil etmemem gerekiyor. Bilginize, arz ederim.)
Aslında itiraf etmek gerekirse, bu merakımı tetikleyen Gabriel Garcia Marquez'in Benim Hüzünlü Orospularım romanının ilk sayfalarından birinde, bir genelev patroniçesinin, romanın baş karakterine, "ortalıkta dolanan tek bakireler, siz ağustos doğumlu başak burçlularsınız" şeklinde kurduğu cümledir. Zihnimde bir ışık yanmasına sebep olmuştur bu cümle. 11 yaşımdan beri "Virgo"nun (virgin) Başak burcu olduğunu biliyor, fakat bunun kökenini araştırma ihtiyacı duymuyordum sevgili canlar. Sağolsun Marquez şu araştırmacı ruhumu canlandırdı ve ben de sizlerle paylaşmak için yepyeni bilgiler edindim, hadi yine iyisiniz!
Bu takımyıldızı ve burç Virgo ismini, gelmiş geçmiş en ünlü bakire Hz. Meryem'den alıyor (ikinci en ünlü bakire de Britney Spears'tı şayet bekaret yeminini bozmasaydı). Daha doğrusu bu yıldızlar topluluğunu Hz. Meryem'e ithaf etmiş Romalılar. Kendisinin bu burcun konumunda doğduğu mu hesaplanmış, yoksa mitolojide bu yıldızların ilişkilendirildiği tanrıça, Meryem'den önceki en ünlü bakireymiş de ondan mıymış, o kısım biraz belirsiz. Ama Virgo adının nereden geldiği konusunda birden çok mitolojik hikaye olduğunu gördüm araştırmalarım sonucunda.
Hikaye no:1 . Bu hikayelerden ilki, tanrıça Artemis'e bağlılık yemini eden ve onun yanından ayrılmayan güzeller güzeli nymph (peri) Callisto'nun hayatına aittir. Callisto, Artemis'e bağlılık yemini ederken bakire kalmaya da yemin eder. Çünkü Callisto, hikayeden öyle anlaşılıyor ki tarihte anlatılan ilk lezbiyenlerdendir ve Artemis'e sırılsıklam aşıktır. Ondan başkasını gözü görmez. (Bakireliği de, vaktiyle aynı yemini etmiş olan tanrıçaya bir jesttir kanımca.)
Malum mitolojinin ve tarihin en gözü doymaz, en uçkuru gevşek karakteri baş tanrı Zeus'tur. Zeus bu periye de göz koyar ama Artemis'e olan bağlılık yemininden dolayı onu kandıramaz. Baş tanrılık müessesesinde çarelerin tükenmeyeceğini bilen Zeus bir gece Artemis'in kılığında Callisto'nun koynuna girer. Callisto'nun bu oyunu anlaması uzun sürmez ama iş işten çoktan geçmiştir.
Bu birliktelik sonucu bakire peri ablamız hamile kalır. Bunu öğrenen Artemis Callisto'yu da, Zeus'la birlikteliğinden doğan çocuğu Arcas'ı (Arkas diye de bilinir) da kovar. Artemis öğrenir de, Zeus'un resmi nikahlı zevcesi Hera öğrenmez mi! Hera küplere biner, intikam hırsıyla yanıp tutuşarak Callisto'yu ayıya dönüştürür (evet bildiğimiz ayı). Böylece Callisto çocuğundan da koparılır.
Arcas büyüyüp de delikanlı olduğunda (Arcas'ın nasıl büyüdüğü, kimler tarafından büyütülüp o yaşa getirildiği konusunda herhangi bir bilgi yok, ama sonradan kurulan Arkadya bölgesi adını ondan alır.) sık sık ava çıkar ve bir gün ayı suretindeki Callisto'yla karşılaşır. Peri ablamız oğlunu hemen tanır, kollarını açar ona, yalnız dev bir ayının yükselip de kollarını bana doğru açtığını hayal ettim de, vay anam! Anında silahıma davranırım. Netekim Arcas da öyle yapar, okunu gerer ve tam anasını vuracakken hasbelkader olan biteni gören Zeus, Arcas'ı küçük bir ayıya dönüştürür. Hikayenin bu kısmında, aslında her seferinde mahallenin laf taşıyıcı piçi gibi görüdüğünü, duyduğunu etrafa yetiştiren, tanrıların habercisi Hermes devreye girer ve olanı biteni gider Hera'ya anlatır. Zeus bunu bildiğinden, hem eski sevdiceğini hem de oğlunu Hera'nın şerrinden korumak için bunları kuyruklarından tuttuğu gibi gökyüzüne fırlatır. Callisto Büyük Ayı (ursa major), Arcas da Küçük Ayı (ursa minor) adıyla anılır bundan sonra.
Ama azizim Hermes'in azğı torba değil ki büzesin, tabii ki Hera'ya anlatır son gördüklerini. Hera son bir numara yapıp Callisto'ya sonsuz ızdırap vermeye kararlı olduğundan, Poseidon'a gider ve bu takımyıldızının bir daha asla denizde yıkanmamasını ister. Bu sebeple Büyük Ayı'nın hiçbir zaman batmadığı rivayet edilir.
Denizde yıkanma olayı da şu: denizle gökyüzünün birleştiği yerde, yani ufuk çizgisinden yıldızların konumları gözlemlenirmiş. Bazı yıldızlar bu ufuk çizgisinden kayıp denize giriyormuş izlenimi verirmiş. Yunanlılar da bunu, yıldızların belli dönemlerde denize girip yıkanıyorlarmış gibi alıgılarlarmış. Dünyanın dönüşleri sebebiyle bazı aylar, bazı yıldız kümeleri, dünyanın bazı bölgelerinden görülmez. Fakat bu durum Kuzey yıldızını da içinde barındıran Küçük Ayı ve onun güneyindeki Büyük Ayı için geçerli değilmiş, bunun sebebi de eksen eğikliği imiş. Kuzey yarım küreden, yılın her ayı bu iki yıldız kümesi görülebiliyormuş. Tabi bu ikisi dışına başka takımyıldızlar da var hiç denize dalmayan, ve mitolojide lanetlenmiş yıldızlar olarak geçer adları, tıpkı Büyük Ayı ve Küçük ayı gibi.
Kendime soru: O kadar anlattın, emek harcadın sağol balım da, bu Büyük Ayı ile Virgo takımyıldızı arasındaki bağ nedir? Bunlar ikisi ayrı takımyıldızları değiller mi?
Büyük Ayı ve Virgo'yu birbirine bağlayan Boötes (çoban) adlı takımyıldız, Virgo için anlatılan bir diğer hikayede yer almaktadır. Zaten eğer araştırırsanız mutlaka göreceksiniz ki her burcun tek takımyıldızı varken, Virgo'nun üç takımyıldızı vardır. Ve bu takımyıldızlar birbirine Virgo kümesindeki en parlak yıldız Virginis ile bağlı imişler.
Bu nedenle de size anlatacağım iki hikaye daha var canlar.
Başak'ın simgesi |
(Yalnız kardeşimin de Başak olduğunu es geçmem; bu burçtan olanların ukala, çok bilmiş, üşengeç, umursamaz gibi kötü; zeki, pratik, yardımsever gibi iyi özelliklerini bu yarı tarihi, mitolojik yazı içerisine dahil etmemem gerekiyor. Bilginize, arz ederim.)
Aslında itiraf etmek gerekirse, bu merakımı tetikleyen Gabriel Garcia Marquez'in Benim Hüzünlü Orospularım romanının ilk sayfalarından birinde, bir genelev patroniçesinin, romanın baş karakterine, "ortalıkta dolanan tek bakireler, siz ağustos doğumlu başak burçlularsınız" şeklinde kurduğu cümledir. Zihnimde bir ışık yanmasına sebep olmuştur bu cümle. 11 yaşımdan beri "Virgo"nun (virgin) Başak burcu olduğunu biliyor, fakat bunun kökenini araştırma ihtiyacı duymuyordum sevgili canlar. Sağolsun Marquez şu araştırmacı ruhumu canlandırdı ve ben de sizlerle paylaşmak için yepyeni bilgiler edindim, hadi yine iyisiniz!
Bu takımyıldızı ve burç Virgo ismini, gelmiş geçmiş en ünlü bakire Hz. Meryem'den alıyor (ikinci en ünlü bakire de Britney Spears'tı şayet bekaret yeminini bozmasaydı). Daha doğrusu bu yıldızlar topluluğunu Hz. Meryem'e ithaf etmiş Romalılar. Kendisinin bu burcun konumunda doğduğu mu hesaplanmış, yoksa mitolojide bu yıldızların ilişkilendirildiği tanrıça, Meryem'den önceki en ünlü bakireymiş de ondan mıymış, o kısım biraz belirsiz. Ama Virgo adının nereden geldiği konusunda birden çok mitolojik hikaye olduğunu gördüm araştırmalarım sonucunda.
Hikaye no:1 . Bu hikayelerden ilki, tanrıça Artemis'e bağlılık yemini eden ve onun yanından ayrılmayan güzeller güzeli nymph (peri) Callisto'nun hayatına aittir. Callisto, Artemis'e bağlılık yemini ederken bakire kalmaya da yemin eder. Çünkü Callisto, hikayeden öyle anlaşılıyor ki tarihte anlatılan ilk lezbiyenlerdendir ve Artemis'e sırılsıklam aşıktır. Ondan başkasını gözü görmez. (Bakireliği de, vaktiyle aynı yemini etmiş olan tanrıçaya bir jesttir kanımca.)
Malum mitolojinin ve tarihin en gözü doymaz, en uçkuru gevşek karakteri baş tanrı Zeus'tur. Zeus bu periye de göz koyar ama Artemis'e olan bağlılık yemininden dolayı onu kandıramaz. Baş tanrılık müessesesinde çarelerin tükenmeyeceğini bilen Zeus bir gece Artemis'in kılığında Callisto'nun koynuna girer. Callisto'nun bu oyunu anlaması uzun sürmez ama iş işten çoktan geçmiştir.
Callisto |
Arcas büyüyüp de delikanlı olduğunda (Arcas'ın nasıl büyüdüğü, kimler tarafından büyütülüp o yaşa getirildiği konusunda herhangi bir bilgi yok, ama sonradan kurulan Arkadya bölgesi adını ondan alır.) sık sık ava çıkar ve bir gün ayı suretindeki Callisto'yla karşılaşır. Peri ablamız oğlunu hemen tanır, kollarını açar ona, yalnız dev bir ayının yükselip de kollarını bana doğru açtığını hayal ettim de, vay anam! Anında silahıma davranırım. Netekim Arcas da öyle yapar, okunu gerer ve tam anasını vuracakken hasbelkader olan biteni gören Zeus, Arcas'ı küçük bir ayıya dönüştürür. Hikayenin bu kısmında, aslında her seferinde mahallenin laf taşıyıcı piçi gibi görüdüğünü, duyduğunu etrafa yetiştiren, tanrıların habercisi Hermes devreye girer ve olanı biteni gider Hera'ya anlatır. Zeus bunu bildiğinden, hem eski sevdiceğini hem de oğlunu Hera'nın şerrinden korumak için bunları kuyruklarından tuttuğu gibi gökyüzüne fırlatır. Callisto Büyük Ayı (ursa major), Arcas da Küçük Ayı (ursa minor) adıyla anılır bundan sonra.
Ama azizim Hermes'in azğı torba değil ki büzesin, tabii ki Hera'ya anlatır son gördüklerini. Hera son bir numara yapıp Callisto'ya sonsuz ızdırap vermeye kararlı olduğundan, Poseidon'a gider ve bu takımyıldızının bir daha asla denizde yıkanmamasını ister. Bu sebeple Büyük Ayı'nın hiçbir zaman batmadığı rivayet edilir.
Denizde yıkanma olayı da şu: denizle gökyüzünün birleştiği yerde, yani ufuk çizgisinden yıldızların konumları gözlemlenirmiş. Bazı yıldızlar bu ufuk çizgisinden kayıp denize giriyormuş izlenimi verirmiş. Yunanlılar da bunu, yıldızların belli dönemlerde denize girip yıkanıyorlarmış gibi alıgılarlarmış. Dünyanın dönüşleri sebebiyle bazı aylar, bazı yıldız kümeleri, dünyanın bazı bölgelerinden görülmez. Fakat bu durum Kuzey yıldızını da içinde barındıran Küçük Ayı ve onun güneyindeki Büyük Ayı için geçerli değilmiş, bunun sebebi de eksen eğikliği imiş. Kuzey yarım küreden, yılın her ayı bu iki yıldız kümesi görülebiliyormuş. Tabi bu ikisi dışına başka takımyıldızlar da var hiç denize dalmayan, ve mitolojide lanetlenmiş yıldızlar olarak geçer adları, tıpkı Büyük Ayı ve Küçük ayı gibi.
Kendime soru: O kadar anlattın, emek harcadın sağol balım da, bu Büyük Ayı ile Virgo takımyıldızı arasındaki bağ nedir? Bunlar ikisi ayrı takımyıldızları değiller mi?
Büyük Ayı ve Virgo'yu birbirine bağlayan Boötes (çoban) adlı takımyıldız, Virgo için anlatılan bir diğer hikayede yer almaktadır. Zaten eğer araştırırsanız mutlaka göreceksiniz ki her burcun tek takımyıldızı varken, Virgo'nun üç takımyıldızı vardır. Ve bu takımyıldızlar birbirine Virgo kümesindeki en parlak yıldız Virginis ile bağlı imişler.
Bu nedenle de size anlatacağım iki hikaye daha var canlar.
Hikaye no:2 . Toprak ve bereket tanrıçası Demeter ve Icarius'un (bazı kaynaklara göre elbette ki Zeus'un) güzeller güzeli, el değimemiş kızı olan Persephone bir gün Atlantik okyanusunu temsil eden tanrı Okeanos'un kızlarıyla çayırda oyunlar oynayıp, çiçekler toplarken; kızlar neşeli şarkılar eşliğinde birbirleriyle şakalaşırken yer boydan boya yarılır. Yerin altından ölüm tanrısı Hades çıkar ve Persephone'yi kaptığı gibi kendi diyarına götürür.
Demeter |
Kızının aniden kaçırıldığını duyan Demeter dokuz gün boyunca dünyayı dolaşır ve kızını arar. Ayrıca Demeter kızına feci derecede düşkündür, kızını ekseriyetle yanından-yöresinden ayırmaz. Hatta o kadar fazla bir aradadırlar ki, Demeter ve kızına "iki tanrıça" denir, o zamanlar.
Her neyse dostlar, bu kadıncağız dokuz gün dünyayı dolaşıp kızını aradıktan sonra onuncu gün güneş tanrısı Helios'la karşılaşır. Helios da, ya Hermesliğe merak sardığından, ya da Demeter'in ana yüreğinin ızdırabına dayanamadığından Hades'in, kızını, Zeus'un izniyle yer altına kaçırdığını söyleyiverir. Hey yavrum hey, eşşoğlusu Zeus yine yapacağını yapmış, kendi kızını öz kardeşine peşkeş çekmiş. Kızı zorla Hades'e nikahlamış.
Persephone |
Demeter bunu duyduğu anda Olimpos'u terkedip insanlar arasında Eleusis'te yaşamaya başlamış. Demeter küsünce toprağın beti bereketi gitmiş, ekinler çıkmaz, buğdaylar bitmez olmuş. İnsanoğlu kıtlıktan kırılmaya başlamış. Zeus bakmış olacak gibi değil, insanlar açlıktan sapır sapır ölüyor, Demeter'e toprağa bereket kazandırması için yalvarmış. Demeter de kızının ona geri gönderilmesini şart koşmuş. Lakin şöyle bir sıkıntı varmış ki, şayet yer altına inenler orada bir şey yerlerse orada kalmaya mahkum olurlarmış. Bizim saf Persephone yediği dört tane nar tanesinden dolayı yılın 4 ayını yeraltında geçirmeye mahkum olmuş. Kalan 8 ayda ise yer yüzünde, anacığının dizinin dibinde yaşayabilecekmiş.
İşte bu, ilkbaharla başlayıp sonbaharla biten 8 ay yeryüzünde bolluk bereket olur, ekinler buğdaylar başaklar verir, bitki örtüsü tüm verimiyle insanlığa sunulur. Kalan 4 ay Persephone yer altındayken mevsimin kış olması hasebiyle, Anadolu topraklarının temel besin kaynağı buğday ve başak yetişmez.
Kendime soru: Bunun Virgo ile alakası nedir? Persephone başta bakiredir tamam da sonra, Hades?
Virgo takımyıldızı baharın başladığı mart ayında gökyüzünden görülmeye başlar, ekim ayının sonunda ise doğduğu yönün tam aksi yönünde batar. Virgo'nun görüldüğü aylar Persephone'nin yeryüzüne çıktığı aylardır. Ve mitolojide kendi isteğiyle değil de zorla evlendirilen tüm kadınlar gibi "bakire" olarak anılır.
Hikaye no: 3 . Şarap tanırısı Dyonisos, bir seyahati sırasında, alelade bir çoban olan İcarios'un evine konuk olur ve ona en güzel şaraplarından ikram eder (Bize böyle misafirler gelmez anasını satayım!) Bu içkiyi çok beğenen İcarios, Dyonisos'tan üzüm yetiştirmeyi ve şarap yapmayı öğrenir. Yaptığı şarapları da köylülere ikram eder ki bu güzel içkinin tadına herkes bakabilsin (mitolojik komünist).
Ama insanoğluna yaranılmaz kardeşim, yeri gelir bir şişe köpek öldüren şarabı için birbirini yer bunlar, ama işlerine gelmedi mi, körkütük sarhoş olunca vay sen bizi zehirledin diyerek Zeus adına cihada gider gibi tek adamın üstüne çullanırlar, linç ederler fukarayı. Ayıldıktan sonra yedikleri bokun farkına varırlar ama iş işten geçer, adam çoktan ölmüş. Tek çare olarak cesedi de delilleri de yok ederler. Götürüp ormanın içine saklarlar. (Yakmak akıllarına gelmemiş. Tam ayılamadılar demek ki)
Ama insanoğluna yaranılmaz kardeşim, yeri gelir bir şişe köpek öldüren şarabı için birbirini yer bunlar, ama işlerine gelmedi mi, körkütük sarhoş olunca vay sen bizi zehirledin diyerek Zeus adına cihada gider gibi tek adamın üstüne çullanırlar, linç ederler fukarayı. Ayıldıktan sonra yedikleri bokun farkına varırlar ama iş işten geçer, adam çoktan ölmüş. Tek çare olarak cesedi de delilleri de yok ederler. Götürüp ormanın içine saklarlar. (Yakmak akıllarına gelmemiş. Tam ayılamadılar demek ki)
İcarios, Erigone ve Maira'ya ait, bulabildiğim tek tasvir |
İcarios'un Erigone adında gencecik bir kızı vardır. Babası eve gelmeyince telaşlanır ama ne yapacağını bilemez. Gece İcarios kızın rüyasına girer ve olan biteni anlatır, cesedini bulup gömmesini ister ondan. Erigone, köpeği Maira'yı da alıp orman yollarına düşer babasını bulmak için.
Cesedi köpek bulur. Erigone babasının o linç edilmiş, perişan haldeki cesedini görünce kederinden ne yapacağını şaşırır ve rahmetlinin yanında kendini bir ağaca asıp intihar eder. Sadık köpek Maira insanların etmediğini eder, iki cesedin yanından ayrılmaz ve günler sonra orada açlıktan ölür.
Cesedi köpek bulur. Erigone babasının o linç edilmiş, perişan haldeki cesedini görünce kederinden ne yapacağını şaşırır ve rahmetlinin yanında kendini bir ağaca asıp intihar eder. Sadık köpek Maira insanların etmediğini eder, iki cesedin yanından ayrılmaz ve günler sonra orada açlıktan ölür.
Tanrılar İcarios'un ve ailesinin bu hazin sonuna pek bir içlenirler ve bu üç mevtayı gökyüzünde birbirlerine bağlı takımyıldızları olarak sonsuza dek yaşatmaya karar verirler. İcarios gökyüzünde Çoban (Boötes), Erigone Virgo, Maira da Küçük Köpek (Canis Minor) takımyıldızlarına dönüşüverirler.
Dikkat ettiyseniz (eşek değilsiniz ya etmişsinizdir zaten sonuna kadar okuduysanız) üç hikayede de bir "masum bakire" tasviri vardır. Bu üç mitolojik karakter de kendi iradeleri dışında, tanrıların ya da insanların zulmünden dolayı acılar çekmiş, daha sonrasında sonsuz bakirelikle kutsanmışlardır.
Böylece, Mart ayında kuzay yarımkürede görünmeye başlayıp ağustos-eylül aylarında, Anadolu'da hasadın en verimli olduğu vakitler gökyüzünün zirvesine oturan bu takımyıldızına Virgo adı verilmiştir. Bizde neden "Başak" dendiğini açıklamama sanırım artık gerek yok.
Bu arada söylemeden edemiyciyim, bunu okuyanlar sanmasın ki diğer burçlardan herhangi birini kapsayan devam niteliğinde bir yazı daha gelecek. Çok merak edenler araştırır, okur benim yaptığım gibi. Mesela ben birazdan Yengeç burcuna neden, İngilizce'de "kanser" anlamıne gelen "Cancer" dendiğini araştıracağım.
Bu arada söylemeden edemiyciyim, bunu okuyanlar sanmasın ki diğer burçlardan herhangi birini kapsayan devam niteliğinde bir yazı daha gelecek. Çok merak edenler araştırır, okur benim yaptığım gibi. Mesela ben birazdan Yengeç burcuna neden, İngilizce'de "kanser" anlamıne gelen "Cancer" dendiğini araştıracağım.
Sağlıcakla kalın...
Virgo'nun bir tasviri (parmak arası terlik tee o zamanların modasıymış meğer) |
Virgo takımyıldızı (bir üstteki kadın tasvirine ne açılardan benzediğini kontrol edebilirsiniz) |
Thursday, 9 August 2012
Acemi seyyahtan resimli seyahat mecmuası
Aslında haddimi aşarak Evliya Çelebi misali, kendi naçizane Seyahatnamemi yazacaktım. Sonra plansız, programsız, sadece farklı yerler görme; kendimden ve boğucu olduğuna inandırdığım hayatımdan birazcık uzaklaşabilme amaçlı, kısa, "kafa dağıtma" gezimi Evliya Çelebi'nin seyahatleriyle kıyaslamanın sığ bir fikir olduğuna kanaat getirdim ve gezimi ölümsüzleştirmek için amatörce çektiğim, yer yer asimetrik fotoğrafları paylaşmanın yeterli olacağını düşündüm.
Not: Yolculuğumun Sivas ayağında gördüklerimi paylaşırken, özellikle doğduğum köyü ve 2 Temmuz anmasını dahil etmedim, zira onları bilahare, kendilerine özel yazılarda anmayı planlıyorum.
Hazırsanız, here we go
*Sivas
*Tokat/Turhal
*Fatsa
*Ordu
*Trabzon/Sürmene
Finito!
Aranızda fotoğrafları yeterli bulmayanlar, ya da yeterince güzel bulmayanlar olacaktır eminim. Binlerce fotoğraf çektim evet, hatta çok daha güzelleri de mevcut (ne kadar amatörce çekilmiş olsalar da). Fakat paylaşım tercihimi bunlardan yana kullandım. Heybemde hikayeler biriktirmenin yanı sıra, çoğu eğreti çekilmiş bir çok fotoğraf da biriktiririm, bilen bilir. Bakarsınız ileriki günlerde hikayelerle birlikte bambaşka fotoğraflar da paylaşırım bu sayfalardan birinde...
Not: Yolculuğumun Sivas ayağında gördüklerimi paylaşırken, özellikle doğduğum köyü ve 2 Temmuz anmasını dahil etmedim, zira onları bilahare, kendilerine özel yazılarda anmayı planlıyorum.
Hazırsanız, here we go
*Sivas
Medrese
ara sıra fotoğraflarda beni görme olasılığınız var, şaşırmayın :P
Sivas kongresinin yapıldığı tarihi lise
Çifte minareli merdese
Sivas kalesinden bakınca Sivas böyle bir yer işte.
Kale üzerindeki yollardan biri
Sivas tren garı
*Tokat/Turhal
Turhal kalesinden Turhal manzarası.
Yeşilırmak + Turhal kalesi
*Samsun/Havza
Alabildiğine yeşil
Akşamüstü Fatsa sahili
Fatsa'da her yer fındık, sitelerin araları bile.
*Ordu
Boztepe teleferiği
Teleferikle Boztepe'ye çıkış esnasında
Ordu manzarası
Yanımızdan geçen teleferik ve fındıklık
Boztepe'den Ordu'yu izledik, hey yavrum hey!
Ben, bizzat kendim, gözümde John Lennon gözlüklerim, bulutları omuzluyorum Karadeniz'e karşı :)
"Ordu'da ne işin vardı?" diye soranlara cevap: e Şule (Ophelia) işte, koskoca bir yılın özlemini giderdik.
*Trabzon/Sürmene
Sürmene'de kaldığım köydeki evden çektiğim başka bir şirin ev.
Evin hemen arkasındaki çaylık.
Karadeniz'in şu ünlü ambar kulübeleri
Köy manzaraları da farklı Karadeniz'de
Biraz zorlayınca köyden denizi de gördük :)
Çaylık
Finduk!
Karayemiş (bizim köyde "taflan" diyorlar bu meyveye)
Çay fabrikasındayım (ne işin var diye sormayın seviyorum)
Çayların dev makinalarla işlemden geçirilme anı.
Arkadaş illa elimi süreceğim ya, illa!
Son aşama
Sürmene plajı
Karadeniz'e sadece ayaklarımı sokacağım diyip beline kadar ıslanan ve bundan fevkalade zevk alan ben.
Finito!
Aranızda fotoğrafları yeterli bulmayanlar, ya da yeterince güzel bulmayanlar olacaktır eminim. Binlerce fotoğraf çektim evet, hatta çok daha güzelleri de mevcut (ne kadar amatörce çekilmiş olsalar da). Fakat paylaşım tercihimi bunlardan yana kullandım. Heybemde hikayeler biriktirmenin yanı sıra, çoğu eğreti çekilmiş bir çok fotoğraf da biriktiririm, bilen bilir. Bakarsınız ileriki günlerde hikayelerle birlikte bambaşka fotoğraflar da paylaşırım bu sayfalardan birinde...
Subscribe to:
Posts (Atom)