Yaz günü AVMler ne güzel oluyor değil mi, püfür püfür, mis gibi. Gezmeye gidiyorum diyip evden çıkıyorsun mesela, bir AVMye atıyorsun kendini, hem gezip hem alışveriş yapıyor, hem yemek yiyor, hem serin serin oturuyorsun, hem de tuvalete beleş gidiyorsun en fon müziklisinden. Hiç de sokaklarda fingir fingir gezmenin yoksunluğunu hissetmiyorsun bünyende. Koca bir binanın içinde bir aşağı bir yukarı dönüp duruyorsun çünkü.
Kapitalizmin (bak yine başladı diyen seslerinizi duyar gibiyim) işi bu, dar alanları geniş birer yaşam alanıymış gibi göstermek, insanları oralara çekmek için mekanları cazip hale getirmek. Düşün ki bana bile cazip geliyor bu yerler. Kışın ısınmak, yazın serinlemek, ha bir de beleş tuvalete gitmek için. Hele ki sinemalar var ki o sinemalar beni benden alıyor.
Fakat işin alışveriş boyutu öyle değil. Hacım buradaki mağazaların hepsi pahalı, indirim dönemini yakaladın mı iyi, bütçene göre bir iki şey bulabiliyorsun ama bu sefer de beden sorunu ortaya çıkıyor.
Yurdum kadını genelde balık etlidir, öyle olmasa da hafiften etine dolgundur ya hani, o sebeplen giyim kuşam mağazaları 36 bedenden aşağısını barındırmıyor çoğunlukla. (Hayır barındırsa kime satacak, elinde kalır mallar insancağızın.) Malumunuz ben de sıfır beden olduğum içün, beğendiğim hiçbir ıvır zıvırın üzerime cuk oturanını bulamıyorum. Kapitalizm her şeye çözüm buluyor da benim gibilerin giyim kuşam sıkıntısına çözüm bulamıyor. Bulsa da çok pahalı oluyor, zavallı devlet memuru bendeniz yanaşamıyorum bile o mağazalara. Gerçi zaten "aaaa bi kıytırık tişörte o kadar para verilir mi ayol?" mantalitesinde bir kadın olduğum için yanaşabilecek olsam bile yanaşmıyorum oralara canlar.
Ayrıca farkettim ki Tutak'tayken "pazar" kültürüne uzak kalmış ve pazarların ne kadar verimli yerler olduğunu unutmuşum. Bugün (aslında dün oluyor) upuzuuuuun zamandır görüşmediğim eski bir arkadaşımla (henüz ona bi nickname bulamadım) Tekirdağ pazarına gittik. Hiç abartmıyorum dostlar cennete düşmüş gibi oldum. O giysi çeşitliliğini, o ucuzluğu görünce kendimden geçmişim. Tezgahlardaki öbekleri karıştıran tombul teyzeler var ya, birden onların arasında buldum kendimi. Hatta yanımdaki kadınları omuzlarımla ve kalçamla itip çirkefçe yer açtım kendime tezgahta. Beğendiklerimi kimsecikler kapmasın diye omzuma atıp karıştırmaya devam ettim gayet pazar teyzesi edasıyla. Meğer ne eğlenceliymiş. Bir de hava sıcak olmasaydı çok daha iyi olacaktı ama...
Sıcaktan ve bizi AVMde bekleyen burjuva kardeşim Calipto'nun telefonla tacizleri yüzünden erken ayrıldık pazardan ama o bile yetti bana. Artık AVM neymiş allasen, mis gibi perşembe pazarı varken. O kıytırık tişörtlere bir sürü parayı boşuna sayıyoruz, karıştır öbekleri yemin ediyorum 3te 1i fiyatına aynısını buluyorsun pazarda. Hem pazarcının samimiyeti, kasıntı tezgahtarın sahte gülüşünden çok daha fazla açıyor insanın içini. Tezgah başı muhabbetlerini, dedikodularını, pazarlık yapma yarışlarını dinleyerek eğleniyorsun aynı zamanda. Valla sizi bilmem de ben çok eğleniyorum. Sanki kırk yıllık komşu gibi hissediyorum tezgahtaki kadınları, kanım kaynıyor onlara. Düşünün ki benim gibi soğuk nevalenin bile kanı kaynıyorsa bu pazar denen yerde efsunlu bir şeyler var demektir.
Bu benim için, küçüklüğümden beri aslında çokça aşina olduğum pazar kültürünün farklı yönlerini görmem ve o alışverişin zevkini tatmam açısından iyi bir deneyim oldu. Başta aldığım elbise ve şorta gözü düşen kardeşim olmak üzre, tüm kapitalistlere tavsiye ederim bu deneyimi.
Friday, 29 July 2011
Wednesday, 27 July 2011
Happy birthday my walking sunshine
You've always been a source of light to me during times of darkness.
So especially on your birthday, hope you know how much you're appreciated,
And how much you're loved.
Happy birthday Mum...
Happy birthday Mum...
Saturday, 16 July 2011
Genç bloggerlar rahatsız
Sevgili canlar geçenlerde yazdığım, oje bloggerlarına yönelik yazıya (Oje blogcularına iki çift lafım var) oje bloggerlarından tepki yağdı.
Yok lan o kadar da değil, cümleye "geçen hafta yaptığımız yayınla ilgili sizlerden gelen yüzlerce telefon..." diye başlayan sunucu gibi havaya girdim birden.
Şimcik şöyle oluyor dostlar, yazdıklarım bazı arkadaşları incitmiş. Onları zengin ve boş, kokoş ve cahil insanlar olarak algıladığımı düşünmüşler. Beni çok kibarca eleştirmelerine rağmen, anlayışsızlık, kişisel haklara saygısızlık, hatta az buçuk ırkçılıkla suçlamışlar. Yazdıklarımın nefret dolu olduğuna kanaat getirmişler ki bu beni gerçekten çok şaşırttı.
Evet bazen nefret doluymuşcasına, kinim ağzımdan fışkırıyorcasına yazabiliyorum ama o tarz yazdığım kişi, kurum ve kuruluşlar zaten bellidir. Hayatımda ilk defa da ırkçılıkla ve kişisel haklara saygısızlıkla suçlandım, o da ayrı üzücü tabii...
Bence tamamen yazılarımda kullandığım üslupla alakalı bir durum. Sarkastik tarzım genelde insanları hafiften dürtüklemek, rahatlarını bozmak için tasarlanmıştır, bazen araya bir iki küfür sıkıştırırım zira konuşur gibi yazmayı da seviyorum. Ama hakkında doğru dürüst fikir sahibi olmadığım insanlara doğrudan saldırdığım görülmemiştir. Doğrudan saldırdığım zaman bunu isim vererek yaparım, kişiye yönelik yaparım, gerçekten canımı yakan "kişi"ye yaparım.
Beni tanıyanlar bu durumu zaten bilirler ve yadırgamazlar. Çünkü aslında yazdığım her yazı öz eleştiri niteliğindedir. İğneyi başkalarına batırırken çuvaldızı kendime batırmam okuyanların hoşuna gider.
Oje bloggerlarıyla ilgili yazdığım yazıda onlardan nefret ettiğime dair herhangi bir şey yazdığımı sanmıyorum, zira onlardan nefret etmiyorum, etsem zaten bunu açıkça belirtirim neden çekineyim. AKPlilerle ilgili neler yazdım vaktiyle hatırlasanıza (yazmaya da devam ediyorum).
Oje bloglarıyla ilgili yazdığım yazıda sürülerce soru sormuştum hatırlarsanız. Yani aslında çok az bilgi sahibi olduğum bu konuyla ilgili aydınlanmak istemiştim kendimce. Kendisi de mütemadiyen oje süren (eciş bücüş ellerine rağmen) bir insanın oje bloggerlarına nefret kusması kadar ironik bir durum da olamaz bence.
Sonuç olarak söylemek istediğim, beni ırkçılıkla ya da kişisel haklara saygısızlıkla suçlamak isteyenler zahmet edip diğer yazılarımı okurlarsa hakkımda daha fazla bilgi sahibi olurlar sanıyorum. Böylece üslubuma da, fikir yapıma da aşina olurlar. Ben de yazdığım her şey için böyle açıklamalar yapma gereği duymam. Hepsini geçtim, herkes için zaman kaybı oluyor ona üzülüyorum.
Yine de teşekkür ederim, uzun uzun mailler atarak sorduğum sorulara cevap veren oje bloggerlarına.
Yok lan o kadar da değil, cümleye "geçen hafta yaptığımız yayınla ilgili sizlerden gelen yüzlerce telefon..." diye başlayan sunucu gibi havaya girdim birden.
Şimcik şöyle oluyor dostlar, yazdıklarım bazı arkadaşları incitmiş. Onları zengin ve boş, kokoş ve cahil insanlar olarak algıladığımı düşünmüşler. Beni çok kibarca eleştirmelerine rağmen, anlayışsızlık, kişisel haklara saygısızlık, hatta az buçuk ırkçılıkla suçlamışlar. Yazdıklarımın nefret dolu olduğuna kanaat getirmişler ki bu beni gerçekten çok şaşırttı.
Evet bazen nefret doluymuşcasına, kinim ağzımdan fışkırıyorcasına yazabiliyorum ama o tarz yazdığım kişi, kurum ve kuruluşlar zaten bellidir. Hayatımda ilk defa da ırkçılıkla ve kişisel haklara saygısızlıkla suçlandım, o da ayrı üzücü tabii...
Bence tamamen yazılarımda kullandığım üslupla alakalı bir durum. Sarkastik tarzım genelde insanları hafiften dürtüklemek, rahatlarını bozmak için tasarlanmıştır, bazen araya bir iki küfür sıkıştırırım zira konuşur gibi yazmayı da seviyorum. Ama hakkında doğru dürüst fikir sahibi olmadığım insanlara doğrudan saldırdığım görülmemiştir. Doğrudan saldırdığım zaman bunu isim vererek yaparım, kişiye yönelik yaparım, gerçekten canımı yakan "kişi"ye yaparım.
Beni tanıyanlar bu durumu zaten bilirler ve yadırgamazlar. Çünkü aslında yazdığım her yazı öz eleştiri niteliğindedir. İğneyi başkalarına batırırken çuvaldızı kendime batırmam okuyanların hoşuna gider.
Oje bloggerlarıyla ilgili yazdığım yazıda onlardan nefret ettiğime dair herhangi bir şey yazdığımı sanmıyorum, zira onlardan nefret etmiyorum, etsem zaten bunu açıkça belirtirim neden çekineyim. AKPlilerle ilgili neler yazdım vaktiyle hatırlasanıza (yazmaya da devam ediyorum).
Oje bloglarıyla ilgili yazdığım yazıda sürülerce soru sormuştum hatırlarsanız. Yani aslında çok az bilgi sahibi olduğum bu konuyla ilgili aydınlanmak istemiştim kendimce. Kendisi de mütemadiyen oje süren (eciş bücüş ellerine rağmen) bir insanın oje bloggerlarına nefret kusması kadar ironik bir durum da olamaz bence.
Sonuç olarak söylemek istediğim, beni ırkçılıkla ya da kişisel haklara saygısızlıkla suçlamak isteyenler zahmet edip diğer yazılarımı okurlarsa hakkımda daha fazla bilgi sahibi olurlar sanıyorum. Böylece üslubuma da, fikir yapıma da aşina olurlar. Ben de yazdığım her şey için böyle açıklamalar yapma gereği duymam. Hepsini geçtim, herkes için zaman kaybı oluyor ona üzülüyorum.
Yine de teşekkür ederim, uzun uzun mailler atarak sorduğum sorulara cevap veren oje bloggerlarına.
Thursday, 14 July 2011
Oje blogcularına iki çift lafım var
Aslına bakarsanız canlar, bu kızlara çok özeniyorum. İnsanın tek derdi "yarın hangi ojeyi sürsem?" olsun, bütün gün allı pullu ojeler sürüp fotoğraflamak olsun. Kaymak gibi hayat valla!
Ben de seviyorum oje sürmeyi ama bunu memleket meselesi haline getirmek gibi bir derdim yok. Gerçi benimkine oje sürmek denmez, gelişi güzel cila yapmak denir. Yıllardır pratik yaparım bir türlü adam gibi beceremedim şu işi. Gerçi ben şu oje blogu yazan kızlar kadar üzerine düşmedim bu işin ama sonuç olarak belli sıklıklarla yapıyor muyum, yapıyorum. Anladım ki bu da yetenek gerektiren bir aktivite. Bende olmayan bir yetenek kromozomu bu işi olur kılan hanımlar biliyorum, bu gerçekle yüzleşeli çok oldu.
Yalnız ben şunu merak ediyorum, hayatınızda anlatabileceğiniz daha önemli şeyler yok mu? "Senin anlattıkların pek mi matah?" diyorsunuz şu anda farkındayım. Matah olduğundan yazmıyorum bunları, sadece beni, iç dünyamı yansıttıkları için yazıyorum. Fikirlerimi daha fazla insanla paylaşabilmek için yazıyorum. Peki ya siz? Sizin iç dünyanızı sadece ojelerinizin desenleri ve renkleri mi yansıtıyor? Bittabi payı vardır ama hepsi bu olamaz, olmamalı!
Hayatımızı bir markalar döngüsü sarmış durumda, hepimiz az çok nasibimizi alıyoruz bu döngünün bize yansıttıklarından. Ben ki kapitalizmden zerre haz etmememe rağmen mağaza mağaza dolaşıyorum ihtiyaç halinde olduğum anlarda. Dış görünüş çoğunlukla listemizin en üst sıralarında yer alıyor. Doğanın bize bahşettikleriyle (ki ben bu konuda yeterince şanslı değilim) göze en fazla çarpan markaları kombine edince ortaya çıkan şeye hepimiz hayranlık duyuyoruz.
Fakat Allah aşkına bana söyleyin, evlerinizde barındırdığınız yüzlerce ojeyi neden sadece ellerinizde, makyajınızın bir parçası olarak paylaşmak yerine tüm dünyaya gösterme çabasına giriyorsunuz? Bu nasıl bir haz veriyor size canlarım?
Evet çok güzelsiniz, çok bakımlısınız, çok da yeteneklisiniz, peki mutlu musunuz? Huzuru ojelerde mi buluyorsunuz? Bütün gün ellerinizi seyrederek iç dünyanızı aydınlatmaya çalışmıyorsunuz umarım...
Elbette ki ben size öğüt verecek kişi değilim, zaten ne haddime? Benimki sadece merak. Hatta bu hazzı o kadar merak ettim ki ben de biçimsiz parmaklarımda eğri büğrü duran tırnaklarıma yeni aldığım iki ojeden sürüp fotoğrafını çektim.
İlki oriflame'den aldığım, bu yılın modası mercan rengi (ben nar çiçeği kırmızısı diyorum) oje. Başta da söylediğim gibi bu tırnaklara ancak bu kadar sürebiliyorum. Fotoğrafını bile b.k gibi çekmişim, flaşın kurbanı olmuş caağnım oje. Ayrıca ne yazmam gerektiğini bilmediğim için daha fazla bir şey yazamıyorum. Ojeye nasıl yorum yapılır ki lan!
Diğeri de işte bu mavi... Pek tatlı bir mavi, hatta rimmel pahalı bir marka olmasına rağmen paraya kıyıp almıştım, o derece. Bir gün de yine öğretmenler odasında (öğrenciler gittiğinden ders yapamadığımız dönem) sıkılırken mavi tonlarındaki bileziklerimle ojelerimin uyumuna bakmak için fotoğrafını çekesim geldi. Ortaya da böyle saçma sapan bir görüntü çıktı.
Bakın işte o kadar uzağım ki bu konuya ojelerimi nasıl tanıtacağımı bile bilmiyorum. Hatta oje numaralarını vermek için kıçımı kaldırıp bakmıyorum bile. Belki de bu yüzden anlamıyorum oje blogu yazan kızların içerisindeki coşkun hezeyanları. Ayrıca, belirtmeden geçemeyeceğim, şu an bu yaptığım da bana hiç haz vermedi.
Sırf bu kadar "düz kadın" olmamdan, hatta kadın olmayı beceremememden kaynaklanıyor kadınsal zevklerin bana tuhaf gelmesi. Ama uğraşıyorum, cidden! Bakın oje sürüyorum filan. Bir yerden başlamak lazım sonuçta.
25 yaşındayım ve daha yeni başladım, bu da ilginç değil mi?
Öpüyorum hepinizi, oje kokusuna fazla maruz kalmayın, bağımlılık yapar Allah muhafaza!
Ben de seviyorum oje sürmeyi ama bunu memleket meselesi haline getirmek gibi bir derdim yok. Gerçi benimkine oje sürmek denmez, gelişi güzel cila yapmak denir. Yıllardır pratik yaparım bir türlü adam gibi beceremedim şu işi. Gerçi ben şu oje blogu yazan kızlar kadar üzerine düşmedim bu işin ama sonuç olarak belli sıklıklarla yapıyor muyum, yapıyorum. Anladım ki bu da yetenek gerektiren bir aktivite. Bende olmayan bir yetenek kromozomu bu işi olur kılan hanımlar biliyorum, bu gerçekle yüzleşeli çok oldu.
Yalnız ben şunu merak ediyorum, hayatınızda anlatabileceğiniz daha önemli şeyler yok mu? "Senin anlattıkların pek mi matah?" diyorsunuz şu anda farkındayım. Matah olduğundan yazmıyorum bunları, sadece beni, iç dünyamı yansıttıkları için yazıyorum. Fikirlerimi daha fazla insanla paylaşabilmek için yazıyorum. Peki ya siz? Sizin iç dünyanızı sadece ojelerinizin desenleri ve renkleri mi yansıtıyor? Bittabi payı vardır ama hepsi bu olamaz, olmamalı!
Hayatımızı bir markalar döngüsü sarmış durumda, hepimiz az çok nasibimizi alıyoruz bu döngünün bize yansıttıklarından. Ben ki kapitalizmden zerre haz etmememe rağmen mağaza mağaza dolaşıyorum ihtiyaç halinde olduğum anlarda. Dış görünüş çoğunlukla listemizin en üst sıralarında yer alıyor. Doğanın bize bahşettikleriyle (ki ben bu konuda yeterince şanslı değilim) göze en fazla çarpan markaları kombine edince ortaya çıkan şeye hepimiz hayranlık duyuyoruz.
Fakat Allah aşkına bana söyleyin, evlerinizde barındırdığınız yüzlerce ojeyi neden sadece ellerinizde, makyajınızın bir parçası olarak paylaşmak yerine tüm dünyaya gösterme çabasına giriyorsunuz? Bu nasıl bir haz veriyor size canlarım?
Evet çok güzelsiniz, çok bakımlısınız, çok da yeteneklisiniz, peki mutlu musunuz? Huzuru ojelerde mi buluyorsunuz? Bütün gün ellerinizi seyrederek iç dünyanızı aydınlatmaya çalışmıyorsunuz umarım...
Elbette ki ben size öğüt verecek kişi değilim, zaten ne haddime? Benimki sadece merak. Hatta bu hazzı o kadar merak ettim ki ben de biçimsiz parmaklarımda eğri büğrü duran tırnaklarıma yeni aldığım iki ojeden sürüp fotoğrafını çektim.
İlki oriflame'den aldığım, bu yılın modası mercan rengi (ben nar çiçeği kırmızısı diyorum) oje. Başta da söylediğim gibi bu tırnaklara ancak bu kadar sürebiliyorum. Fotoğrafını bile b.k gibi çekmişim, flaşın kurbanı olmuş caağnım oje. Ayrıca ne yazmam gerektiğini bilmediğim için daha fazla bir şey yazamıyorum. Ojeye nasıl yorum yapılır ki lan!
Diğeri de işte bu mavi... Pek tatlı bir mavi, hatta rimmel pahalı bir marka olmasına rağmen paraya kıyıp almıştım, o derece. Bir gün de yine öğretmenler odasında (öğrenciler gittiğinden ders yapamadığımız dönem) sıkılırken mavi tonlarındaki bileziklerimle ojelerimin uyumuna bakmak için fotoğrafını çekesim geldi. Ortaya da böyle saçma sapan bir görüntü çıktı.
Bakın işte o kadar uzağım ki bu konuya ojelerimi nasıl tanıtacağımı bile bilmiyorum. Hatta oje numaralarını vermek için kıçımı kaldırıp bakmıyorum bile. Belki de bu yüzden anlamıyorum oje blogu yazan kızların içerisindeki coşkun hezeyanları. Ayrıca, belirtmeden geçemeyeceğim, şu an bu yaptığım da bana hiç haz vermedi.
Sırf bu kadar "düz kadın" olmamdan, hatta kadın olmayı beceremememden kaynaklanıyor kadınsal zevklerin bana tuhaf gelmesi. Ama uğraşıyorum, cidden! Bakın oje sürüyorum filan. Bir yerden başlamak lazım sonuçta.
25 yaşındayım ve daha yeni başladım, bu da ilginç değil mi?
Öpüyorum hepinizi, oje kokusuna fazla maruz kalmayın, bağımlılık yapar Allah muhafaza!
Subscribe to:
Posts (Atom)