Saturday, 26 October 2013

Geçti. Geçmedi. Geçer.

Yıllar yıllar önce -öyle ki birden fazla çoğul ekini hak edecek kadar olmuş ben kendimi ite kaka yaşamaya çalışırken- izlediğim o filmi, izleyemem üzüntümden dediğimi, bir tesadüfler silsilesinin ardından tekrar izledim.

Film, içerisinde devasa bir hüznü barındırıyordu, ama ben, ilk izleyişimde, o devasa hüzne bir damla ortak olamadım. Bilet gişesinin önüne gelene kadar, ne izleyeceğimizi bilemeden, boş gözlerle afişleri incelerken anlık bir kararla o filmi seçtiğimizde, içinde o devasa hüznü ve yer yer boğumlanmış neşeyi barındırdığını biliyorduk da aslında.

Benim neşemse, ölçülü davranışlar sergilememi engellemeye çalışırcasına gözeneklerimden taşma noktasındaydı. Neftiye çalan yeşil renkli sinema koltuklarına yerleşirken birkaç gün sonra başıma gelecek bir temelli gidişi aklıma dahi getirmiyordum. Karın boşluğumda uçuşan kelebeklerin kanat sesleri, kendi karamsar iç sesimi tamamen bastırıyordu ve ne acıdır ki hayatımda çok çok çok az tattığım bir zevktir karamsar iç sesimin tamamen kısılması.

Filmdeki "esas kız" o eski, sarı bavuluyla yola çıktığında iç sesim duyurdu kendini bana. O âna kadar filmdeki tek bir karakterin hüznünü paylaşamadım, kendi mutluluğumun tadını çıkarmaya çalışıyordum o an ve ne acıdır ki hayatımda çok çok çok az yakaladığım bir fırsattır bu.

O eski, sarı bavul sanki geleceğin habercisi gibi, hayatımın gidişlerden ve belki de pişmanlık içerisinde dönüşlerden ibaret olacağını fısıldıyordu bana o dev perdeden. Ciddiye almadım, filmdeki hiçbir karakteri kendimle özdeşleştirmeden, yine de her bir kareyi hafızama kaydetmeyi ihmal etmeden, sadece kendi mutluluğumu yaşamaya devam ettim.

İşe ben o filmi, sarı bavullu esas kızı, bir daha izlemeye yüreğim dayanmaz dediğimi, bir kez daha izledim.

Filmin içerisindeki devasa hüzne değil; bana anımsattığı mutluluğun, o neftiye çalan yeşil sinema koltuklarına yapışıp kalışına kabardı hüznüm.

Sarı bavulun fısıldadığı kehanetin gerçek oluşuna dertlendi yüreğim.

O filmle başlayan kısacık mutluluğun, yıllar dolusu mutsuzluğa evrilmesine daraldı göğsüm.

Friday, 25 October 2013

Ahlak anlayışınızın hiç mi suçu yok!

Birkaç gündür "2 aylık bebeğini evde bırakıp 9 gün tatile çıkan canavar anne" haberiyle çalkalanıp duyuyoruz. Her birimizin yorumu birbiriyle benzer. Haberi duyduğumuz andan itibaren kadına katil, cani, orospu damgası yapıştırdık. Yetmedi duruşunu, bakışını çeşitli psikopatlara benzettik. O da yetmedi saç modelini, giydiği pantolonun rengini, kısacası tüm dış görünüşünü acımasızca eleştirdik. Ben de dahil, hepimiz kadını suçladık, sorgulamadan kafamızda yargıladık ve zihnimizin en karanlık kuyularında recm ettik.

Haberin detaylarını öğrenmeye başladıkça yaptığım eleştirilerin dozajı vicdanımı rahatsız etmeye başladı. Zor durumda olduğu, ruh ve akıl sağlığının ciddi hasar gördüğü her halinden, her davranışından belli olan hemcinsim ve meslektaşıma gösterdiğim acımasızlık, toplumdaki iki yüzlü ahlak anlayışını farkında olmadan benimsemiş olduğumu hissettirdi bana.

Kadının yaptığını onayladığımdan değil, zavallı bebeğin ölümü üzerindeki tüm suçu/sorumluluğu ona yüklemekten rahatsızlık duyduğum için hakkında iki kelam etmek isterken bir ekşi sözlük yazarının aşağıdaki yazısına tesadüf ettim. Yazılanlar benim zihnimden dökülmüş gibi, eksiği yok fazlası var ve benim yapabileceğimden çok daha iyi ifade edilmiş. Sırf belleğimden silinmesin, birkaç kişiye daha ulaşabilsin diye buraya da kaydetmek istedim.

Tek bir virgülüne dahi dokunmadan paylaşıyorum:


"ben kadının esasında canavar ruhlu, soğuk kanlı bir katil olduğuna filan inanmıyorum. öyle olsa muhtemelen nüfusa kaydı bile yapılmamış bir bebeğin cesedini kendi elleriyle hastaneye getirmez, onu beslemeye çalışmaz, bebeğin cesedinden kurtulmaya bakardı.

kadının ifadesinde kamu oyuna sunulan eksik bir görüntü var. şu ki; kadın kendini hamile bırakan kişi tarafından yalnız bırakılmış. 9 ay boyunca hayal edilmeyecek bir stresle hamileliği gizlemeyi başarmış. başvurduğu kurumlar; kimliğinin gizlenmesini reddedince doğumu evde kendi kendine gerçekleştirmiş. bu süre zarfında utancından ya da korkusundan kimseden yardım isteyememiş. büyük olasılıkla konuyla ilgili temas kurduğu tek kişi adana çevik kuvvette polis olan baba. kadın yaşadığı kırılma noktasında hızla delirirken, içinde bulunduğu durumla ilgili hiç bir sorumluluk almayan babaya gelip çocuğuna sahip çıkacağı zannıyla rest çekip gidiyor. ifadesinde bu durumu dile getirmiş olsa bile polis; kendi kurumsal itibarı adına babayla ilgili bu noktayı es geçiyor.

okültizm'de 'şeytan' sembolü; -hiçbir eleştiri yapmadan yaşadığımızda, kendi ruhumuzun aynasına bakmakta olduğumuzu fark etmeden “dışarıdaki” kötüden korktuğumuz bir dünya görüşünü - ifade ediyor.

dolayısıyla kadını; bir bebeği gözünü kırpmadan öldürebilecek vicdan yoksunluğuyla suçlamak; pek çoğunun işine geliyor bence.

adamın biri bahaneyle 'tecavüz' cürmünü haklı göstermeye çalışmış. bebeğin hıçkırdığı, can çekiştiği binada travma yaşaması gereken teyze bile 'vay anam vay neler dönmüş serhat ya' üslubuyla gayet soğuk kanlı 'yukarıda kuş ölmüş' zannettikleri olgusunu kameralarla paylaşmanın heyecanı içerisinde. muhtemelen komşularla uzun süre ağızlarını dolduracak dedikodu unsuru yakalamanın itiraf edilmemiş tatminini yaşıyor.

kadın suçludur evet. ama onu 'ben evli olmadığım bir adamla birlikte oldum ve ondan bir çocuk doğurdum, evet. ve bu kimseyi ilgilendirmez.' demekten alıkoyan; ona bu baskıyı, bu utancı, bu korkuyu yaşatarak delirmeye götüren anne, baba, sevgili, komşu, akraba, çevre, sen, ben, herkes; en az onun kadar suçlu. o içinde bulunduğu durumun çaresizliğiyle yolda yürürken; ondan selamını esirgeyen, bir gülümseyişiyle hayatı üstlenme gücünü sakınan herhangi biri de suçlu. ona; sakındığı konunun ne olduğunu bile bile bir alternatif çıkış yolu önermeyen kurum, ona dertleşecek samimiyet vermeyen arkadaş, onu delirmeye mahkum eden sistem, yöneticiler, başbakan, devlet başkanı, herkes; bu bebeğin ölümünden sorumlu.

dünyanın öteki ucunda kuyruğu sıkışmış bir tilkiden bile sorumlu olduğunu bilecek vicdandan yoksun yaşayan sen; en çok.

bunun sorumluluğunu, azabını içinde hissetmiyorsan zerre kadar; doğrudan saldırıya geçiyorsan; en çok ama en çok; sen suçlusun.

ve muhtemelen bu travmayı ömrünce içinde taşıyacak bir kadının ismini burada teşhir edip; hayatı boyunca bir daha yaşama tutunmasını sağlayacak tüm unsurları damgalayarak aforoz etmek de sana düşmez. 

katilin de, canavarın da en tanımsız şekli sensin."


lisbethsalander - ekşi sözlük

Eyüp Can da, Radikal'deki köşesinde konuyla ilgili şunları dile getirmiş:

Sınanmadığın günahın masumu değilsin


Wednesday, 9 October 2013

Ne güzel demişti Savcı Esra...

"... En büyük acıları sen çekmişsin, ben hiç bi bok bilmiyorum ki! Acı nedir bilmem, yalnızlık nedir bilmem. Dünyanın ekseni kaydı Behzat, on iki santim yerinden oynadı, sen bana bi santim bile yaklaşmadın. Saplantılısın..."

"Haa, bak ne güzel söyledin, saplantılıyım ben. Benden bi bok olmaz. Biz senle hep kavga ederiz. Mutsuz oluruz biz senle."

"Mutsuz olalım, ne var? Biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğa da varım..."