Tuesday 30 July 2013

İstihareye yatsam böyle rüya göremem (2)

Evet biliyorum, farkındayım zaman zaman hepimiz tuhaf rüyalar görüp, uyandığımızda bilinç altımıza hayret ediyor, hatta belli bir süre bu rüyaların etkisi altında kalabiliyoruz. Hatta okuyanlar bilirler benim bilinç altım da uyurken ibretlik senaryolar canlandırır zihnimde. Şurada ve şurada anlattıklarım bunlardan ve uyandığımda tamamını hatırladıklarımdan yalnızca ikisi.

Bu (aslında dün evet) akşamüstü kanepede yattığım yerden Penguen okurken, sıcaktan zaar, feci derecede uyku bastırdı. Şuracıkta azıcık kestireyim dememle dalıp gitmem bir olmuş. Kafamın içinden bir iki belirsiz imge geçtikten sonra kendimi evde görüyorum. Evin içerisinde bir takım düzenleme, pencere önlerinde bir kaç peyzaj işleri yapıyorum. Sürekli odadan odaya koşturuyorum, çok meşgulüm anlayacağınız.

Neden sonra, elime anahtarımla cüzdanımı alıp, hiç üzerimi değiştirmeden, saçımı başımı toparlamadan, evde giydiğim alelade şort ve göbeğinde çamaşır suyu lekesi olan tişörtümle sokağa çıkıyorum. Meğer evin çok yakınındaki bir mobilyacıya gidiyormuşum. Mobilyacıya borcum varmış onu ödeyecekmişim. Dükkanın kapısının önünde dizili, küçüklü büyüklü, açıklı koyulu masaları, dolapları, komodinleri şöyle bir inceleyerek giriyorum içeriye. Satış elemanı kıza sebeb-i ziyaretimi anlatıyorum beni üst kata, patronun ofisine yönlendiriyor.

Merdivenlerden çıkıyorum, ne kapı ne bir şey, direkt ofise bağlanmış basamaklar. Dükkanın üst katını komple ofis yapmış adam ve zemin boydan boya karamel rengi halılarla döşenmiş. Son basamağı bitirip adımımı halıya attığım andan itibaren burnuma lahmacun gibi, pide gibi ekmeğin üzerine et döşenmiş, baharat boca edilmiş gıda maddesi kokusu geliyor buram buram, yeni yenmiş ve bütün odayı esir almış ağır bir koku. Olduğum yerde bir duraklıyorum, geri dönesim geliyor, ortamın havasızlığı ve karamel renginin kasveti içimi daraltıyor zira.

Patronzade beni görüp, "gel gel buyur" diyor. O çağırınca ben de ortamın kasvetini incelemekten vazgeçip adamın yüzüne bakıyorum, RECEP TAYYİP ERDOĞAN! Mobilya dükkanının sahibi oymuş meğer. Ama sanki sıradan bir esnaf görmüşcesine şaşırmadan ilerliyorum masasına doğru. "Size borcum vardı onu kapatmaya geldim." diyorum, yüzüne bakmadan masanın üzerindeki kağıt, kalem, defter, delgeç, zımba vs gibi edevatları incelerken. Bu tipik ofis eşyalarının yanında, orta boy poşet içerisinde dürüm halie getirilmiş ve yarısı yenmiş bir lahmacun parçası, içerisindeki mor lahananın suyunu yanına akıtmış ölü gibi yatıyor. Cüzdanıma davranıyorum, o anda bir adam giriyor içeriye, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor, bizim mobilyacı Tayyip kalkıyor masadan, yanına gidiyor, sanki ben yokmuşum gibi adamı yamacına alıyor, ofisin içinde bir aşağı bir yukarı volta atıyorlar ve adam susmaksızın konuşurken bizimki sadece dinliyor. Adam da kim olsa beğenirsiniz, KAMER GENÇ!

Tayyip, Kamer Genç'i dinlerken ben cüzdanımdan çıkardığım çarşaf büyüklüğündeki banknotları saymaya başlıyorum. Mobilyacıya borcum tamı tamına 84 TL imiş. Elimde 90 TL tutuyorum ve paramın üstü olan 6 TL'yi geri alıp bu havasız, kasvetli ve artık Kamer Genç yüzünden bir hayli de gürültülü ortamdan sktirolup gitmek istiyorum. Hayır bakın abartmıyorum, rüyamda da aynen bunu hissettim, yüz ifadem, duruşum, bakışım, her şeyim ortamı acilen terketmek, defolup gitmek, buharlaşmak hissini yansıtıyordu. Patron Tayyip, K. Genç'e usulca bir iki söz söyleyip masasına dönüyor, velakin Kamer Genç bir türlü susmak bilmiyordu, çok dertliydi, mağdurdu, sinirliydi ve susmak bilmiyordu.

O laf kalabalığı arasında elimdeki parayı (90 TL) Tayyip'e uzattım. Elime uzanmak yerine bana masanın üzerini işaret etti, daha da bir sinirlendim ama öfkemi belli etmemeye çalışarak (çünkü ortamı gerip orada bulunma işkencesini daha fazla uzatmak istemiyordum) parayı sert bir şekilde masanın üzerine bıraktım (yine de dayanamamışım). Parayı aldı, benim elimde A4 kağıdı büyüklüğünde görünen mürdüm rengi banknotlar (neden bu renk bilmiyorum) onun elinde küçülüp yeşile dönüştüler. Küçük yeşil banknotları sayıp önündeki dosyanın içine yerleştirdikten sonra çekmeceden altı tane bozukluk çıkarıp bana uzattı. Bir eliyle bana parayı uzatırken diğer eliyle yarım kalmış lahmacununu kavradı ve ağzına götürüp koca bır ısırık aldı, bu esnada hiç yüzüme bakmıyor, muhtemelen Kamer Genç'i dinlemiyor, gözleri masadaki bir takım evrakları incelerken diğer tüm uzuvları lahmacuna odaklanmış görünüyor.

Parayı almıyorum, masanın ucunu işaret ediyorum, şaşırıyor. Ama bunu belli etmekten korkar gibi, yüz ifadesini çabuk toparlıyor ve 6 TLlik bozukluğumu masanın ucuna bırakıyor. "Senedim?" diyorum kısa ve net. Önündeki dosyadan bir senet defteri çıkarıyor sayfalarını hızlıca çevirip, üzerine bir şeyler yazıp imzalıyor ve paraları bıraktığı köşeye koyuyor. Bir elime parayı diğer elimin avcuna sürüklüyor, senedi de katlayıp şortumun cebine tıkıştırıp merdivene doğru ilerliyorum, Kamer Genç hala konuşuyor, patron Tayyip hala lahmacununu kemirmeye devam ediyor...

Son görüntüden sonra uyandım ve farkettim ki babam salonun televizyonunu açık bırakmış, kanalın birinde Kamer Genç bağıra çağıra bir şeyler anlatırken cümlelerin içerisinde sıkça "başbakan", "Tayyip Erdoğan" sözcükleri geçiyor. Ayrıca vantilatörün durmaksızın üfürüşünden başımın sol tarafı hafif uyuşmuş. Kalkıp can havliyle televizyonu kapattım, nedense...

Wednesday 24 July 2013

Cıvık müdürüm afedersin

Bu adamlar hakkında yazmasam da olur, zaten sosyal medyada haklarında yapılmayan espri kalmadı diye düşünüyordum ama dayanamadım, kendi kişisel tarihime bir not düşmek, ileride "haklarında iki çift kelam etmemişim" dememek için bir iki şey karalayacağım.

Doğuş : "Tüm yollar önce Allah'a sonra başbakana çıkar." diyerek Tayyip Erdoğan sevgisini cümle aleme duyurmuştu geçenlerde. Yetmedi, AKP için şarkı yaptı. Yetmedi, konuk olduğu bir programda "keşke şeerat (şeriat) çıksa" dedi. Gezi direnişinde başbakana karşı ayaklananların cayır cayır yanacağını, tez vakitte biat etmelerini salık verdi vs vs vs. Siyasi görüşü AKP yönünde olabilir onun kendi bileceği iş. Ama işte "bilmek" fiili burada çok ehemmiyetli bir yer tutuyor. Zerrece bilgi sahibi olmadığı konularda yorum yaparak üç kuruşluk göz ve kulak zevkimizi bozmazsa daha bir memnun oluruz gibi sanki. Başbakan için "her devrin adamı" demiş ama bak o açıdan takdir ettim, bu tamlamanın aşağılayıcı yönü olduğunu da bilmiyor zira. Hani "bilmek" fiilinin önemine vurgu yapmıştık ya... Ayrıca Flash Tv'yle 7/24 halay çekilen kanal diyek daşşak geçeriz ya, bakın ayarın en büyüğünü kim vermiş Doğuş'a:

http://www.youtube.com/watch?v=E7J42Y9uL1k&feature=youtu.be

İsmail Türüt : Kendisiyle aynı cehalet ekseninde bir takım faşist dışında ciddiye alanı, seveni-sayanı yok. Ama yıllarca dalgaya alınmış Karadeniz şivesi ve Mehmet Ali Erbil programlarında ucuz parodilere maruz kalmış espri anlayışına sahip bir insan olarak belli bir yaştan sonra ciddiye alınmak istiyor. Yakınlık duyduğu milliyetçi kesime jest olarak Ogün Samast ve Yasin Hayal'i yücelten bestesinden sonra gücün ve paranın kaynağı AKP için de Gezi eylemcilerine yönelik derin göndermelere, metaforlara sahip alegorik bir besteyi icra etmiş kendisi. Şu linkten ulaşabilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=-hnToGstM90

Şafak Sezer: Gezi protestolarında "diktatör başbakan" sloganları eşliğinde polise karşı cansiparane barikat kuran bu "komedyen" abimiz, son iki gündür, İner misin Çıkar mısın programından beri hiç güldürmediği kadar güldürdü bizi sağolsun. Bir iftarda Tayyip Erdoğan'ı görmüş, elini öpüp protestolara katıldığı için özür dilemiş, affını rica etmiştir. Başbakan da durur mu, yapıştırmış cevabı: hüloğğğğ! Öhömm, kısa sürede bu kadar hızlı yön değiştirmesinin ardından hakkında yapılan eleştirel yorumlara da gayet kendi espri anlayışına yakışır, "novor yooo, boşbokonomo sövömöz möyöm" minvalinde cevaplar vermiştir. Şahsın resmi Twitter hesabında yazdıkları:



tipik Şafak Sezer cıvıyışı


Mustafa Ceceli : Bu adamı piyasaya ilk çıktığından beri sevmem ama benim kişisel fikrim değil burada önemli olan bittabi, bu adamın kişisel fikri. Gezi protestolarının en başından beri tavrı belliydi, ona eyvallah, ama protestolara destek veren arkadaşlarını sosyal medyada bir bir listeden çıkarması, çıkarmadan önce spamlaması, kendince övündüğü olgunluğuna yakışır bir davranış değil. Ama sosyal medyadaki dinciler tarafından evliya ilan edildi mi, edildi. Melih Gökçek, Kadir Topbaş tarafından tertip edilen konserlerde boy gösteriyor mu, gösteriyor. Demek ki amacına ulaştı, yürü be şakirdoğlan!

Okan Bayülgen: Teee Gezi protestosunun ilk zamanları çadırlarında efendigine oturan insanlara kitap okurken gerim gerim gerilen Bayülgen, sert polis müdahaleleriyle birlikte, bilahare sırra kadem basmıştı. Ara ara vatandaşın arasında eşiyle gazdan kaçarken arzı endam etti kendileri, millet cesaretinden dolayı alkışlıyor yine hindi gibi kabarıyordu bizimki. Meğer mesele tam da öyle değilmiş. Adamın yemeğini, kahvesini burnundan getirmiş bizim Gezi ergenleri. Galata'da, evinin yakınlarında eşiyle dostuyla açık havada otururlarken polisin Gezicilere müdahalesinden bu da nasibini almış. Ördek yavrusu gibi kaçışmaları ondanmış. Yoksa onun ne işi varmış o güzel havalarda macera arayan gençlerin arasında? Ona göre bu koskoca ayaklanma ergen psikolojisine indirgenecek kadar basit ve sıradanmış ve fakat tüm İstanbul'a zarar vermiş. Bu adamı yıllarca ciddiye alıp izledik, gençliğimizde programı için uykumuzdan vazgeçtik lakin zararın neresinden dönülse kâr, o şimdiden sonra bizsiz devam etsin, konuk ettiği insanları itin g..tüne sokmaya, telefonla programa bağlanıp "ay okaaağğğğn" diye konuşan üniversite öğrencilerini azarlamaya. Bundan sonra programlarını da şakirtlere göre yapıversin artık. Tek bir videoyla halkın çocuğu değil, gerçekten "televizyon" çocuğu olduğunu kanıtladı. İlgili video için linke buyrun:

http://www.milliyet.tv/video-izle/Bayulgen-den-carpici-aciklamalar-NtUKK4ynYHhm.html


Sözün özü canlar, yukarıda oluşturduğum listenin geneline bakarsanız Okan Bayülgen'i grubun bir nebze dışında tutabilme şansımız olsa da hepsi halkın herhangi bir şekilde zaten ciddiye almadığı adamlar. Halkın ciddiye almadıkları başbakana yanaşıyor, varın AKP'nin halini siz düşünün. Hatta, şimdi onlar düşünsün!


Saturday 20 July 2013

İyisi mi ben gidip bi çay koyayım

Kendimce "kutsal topraklar" diye adlandırdığım Trakya'ya ayak basalı, babaocağının duvarlarına yüz süreli koccaaaammann iki hafta oldu. Velakin burada, bu evde, bu hayatın içerisinde zaman geçmiyor dostlar... Zamanın geçmeyişinin sebebi ışık hızında, galaksiler arası uzay yolculuğu yapıyor olmam değil bittabi ve aslında zaman geçsin de istemiyorum, hatta kafam yeterince çalışıyor olsa zamanı devinimsiz bırakacak yeni bir ilke oluşturmak için kolları sıvarım.

Yine tatil planı yapmadım çünkü bu yıl yaptığım tüm planlar benim elimde olmayan sebeplerden suya düştü. Dağ taş gezip, deli dana gibi koşturma hayallerim elimde patlayınca, tüm motivasyonum cam kırıkları gibi tiz bir gürültü yayarak etrafa saçıldı ve o andan itibaren, tüm yıkılmışlığıma rağmen başım dik, sol elimle kırmızı pelerinimi savura savura taş basamakları tırmanarak kendimi karanlık kuleme hapsettim.

O gün bugündür vaktimi kitaplara, filmlere verdim (bir de yer yer Banu'ya). Aylardır, hatta abartmıyorum yıllardır izlemeyi nedense ertelediğim filmleri izlemeye başladım. Bunlar arasında Oldboy gibi, Elephant Man gibi, Fritz Lang'ın Metropolis'i gibi daşşaklı filmler de var; Thor gibi her yanından tanrısallık, popülarite, mitoloji akan; Disturbia gibi üstü başı buram buram ergenlik, hafif gerilim, seksi komşu kızı kokan filmler de...

Hatta çok değil yarım saat önce, belli bir yerden sonra sinemalara para dökerek seyreylemeyi bıraktığım Twilight serisinin son filmini izleyip, bu, çoğ afedersin skimsonik seriyi zihnimin tozlu raflarına kaldırayım dedim. Yine vazgeçtim. Belki bu aralar, herkesin uyuduğu, dolunayın göğün en tepesinde baş köşeye kurulduğu, kurtadamların dağ yamaçlarından uluyarak, her biri birer aydınlatma şöleni şehirlere doğru yol aldığı bir vakitte tekrar izlemeye yeltenirim. Kim bilir...

Halbuki serinin ilk filmini izlediğimizde hepimiz (ben, Esra, Sibel, Emel) "ohaaaaaa" anırışlarıyla sinemadan çıkmış, Edward'ın, Angel'dan sonraki en karizmatik, en giderli vampir manita olduğu konusunda fikir birliğine varmış ve filmin DVDsini satın alıp baş ucumuzdaki kilitli, altın işlemeli çeyiz sandıklarımızda muhafaza edeceğimize dair ant içip, olaysız evlerimize dağılmıştık. Ve fekat serinin devam filmleri, kitabın yazarının hayalgücünün de bir yere kadar olduğunu görmemizi sağladı. Ben yine, her zamanki gibi, popüler kültür okuyarak vakit öldürmeyi reddettiğim için bu seriyi okuma işini Esra'ya bıraktım. O, ayrıntıları bana anlatırdı ne de olsa. Anlaşılmayacak bir şey de yok zaten, gayet basit ve hatta edebi sayılmayacak bir anlatım dili ve buna binaen gayet basit bir çeviri, daha önce Harry Potter'daki detayları da ondan dinlemiş, ama eserin geniş karakter, mekan, zaman varyasyonundan dolayı olay örgüsünü yeterince algılayamamıştım. J. K. Rowling lan bu, Stephenie Meyer de kimmiş yanında... Yine de bazen, insanın içerisinde bir umut oluyor yazın dünyasının görsel sanatlara aktarılışıyla ilgili, ben filmlere aynı hevesle gitmeye devam edeyim dedim Robert Patinson'ın yüzü suyu hürmetine, çünkü Harry Potter - Ateş Kadehi'nde "Cedric" karakterini canlandırdığından beri kendisine gizli bir hayranlık besliyordum.

Sonra canlar, üçüncü filmden itibaren bende şalter attı (sebebini hatırlamıyorum), "Nö poro horcoyom bo homono koydomon fölmlörönö!" diye sövüp saydıktan sonra kalan bölümleri internetten kaçak izleme kararı aldım. Zaten pek bir şey de kalmadı sanırım. Son bölümü ikiye böldüler ya kodumun tüccarları, ilkini daha 3-4 ay önce izledim, sonuncuyu da iki önceki paragrafta bahsettiğim şartların olgunlaştığı bir gece izlerim.

Thor'un da devamı çekiliyor imiş dağlara daşlara, ben daha ilk filmi yeni izledim! Devamı olsa da olur olmasa da, (yalnız bunu söylediğimi Natalie Portman duymasın, kırılır) ben mitolojik kitaplardan Odin ve Thor'un akıbetinin ne ile sonuçlandığını okur öğrenirim elbet. Ama diyorum ki, hazır tanrıyı oynaması için bir tanrı bulmuşlar, devamını da çekiversinler ellerine mi yapışır! İskandinav tanrısını Avustralyalı bir tanrıya oynatmak mitsel açıdan caizse ben okeyim...

O değil de ben bu konuya nasıl geldim? Aslında başka bir şey anlatmak için huzurlara çıkmıştım ama, kader, kısmet...

İyisi mi ben gidip...

Saturday 13 July 2013

Şüpheli şarkının şairi

Çeşmim, çarem, çarmıhım
Cümlen kopkoyu bir bıçak sırtında yana yana sevişmeye benzer
Sihrim, sahim, sarhoşluğum
Hücren kan kırmızı bir güneş batımında üşüyerek sevişmeye benzer
Gel yetimimden bir kez ısır beni
Gel yittiğimden savur tekrar bul beni
Ben mahremimden bir cam çocuk yontmuştum sana
Bir bahar vaktiydi, hamdım
Titredim dalında duysana
Şimdi yürekte kuyu, kuyuda et kemik
Ve yaralı, yamalı bir çıkrık sesi
Seni ağladık aynı kahvenin köşesinde
Günlerden pazartesi...






Friday 12 July 2013

Şimdi sakin ol ve beynini yavaşça yere bırak!

Az önce Dış Mihrak toplantısından geldim, sabahtan beri darbeci arkadaşlarla tartışıyoruz bir mutabakat sağlayamadık.

Hayır madem kafalar karışık, toplantıyı daha fazla uzatıp ortamı germenin alemi yok. Daha camiye ayakkabılarımızla girip, mimberde kadeh tokuşturacağız ve ardından grup sex yapacağız, işimiz gücümüz var.

En çok da kendi arkadaşımızı döve döve öldürme planımızı yarına ertelemek zorunda kalmamıza üzülüyorum. Örgüt arkadaşlarımla birlikte suç aletlerimiz baret, gaz maskesi ve güneş gözlüğü zulalayıp, birbirimize saldırarak kazara kanka öldürmecilik yapmak ve şuçu kahraman polisimize atmak için bir gün daha bekleyeceğimize inanamıyorum!!!

Örgütteki arkadaşlara not: bu arada yarın gelirken yanınızda bir adet "yeşil" renk getirmeyi unutmayınız. Ne diyor örgüt liderimiz, yeşil olsun on lira pahalı olsun.