Monday 30 April 2012

Aramaya inanalar bu başlıkta birleşti 2

Selam sevgili dostlar, Nisan ayını geride bırakıp en sevdiğim bayram olan 1 Mayıs'a adım attığımız bu gecede, beni google'da arama yaparken bulan değerli okuyucularım arasından en yaratıcı olanları derlediğim bir yazıyla yeniden huzurlarınızdayım.

Arama sonuçlarını, doğruluğunu ıspatlamak açısından (neden böyle bir çabaya girdim ben de bilmiyorum, halbüsi yemin etsem başım ağrımaz) ekrandan kesip yapıştırmayı uygun gördüm. Teknolojik bilgi fakiri olmam hasebiyle görüntülerde orantısızlık göze çarpabilir. Sizden ricam (umarım bugünkü nezaketim gözlerden kaçmamıştır) oran-orantıya takılmadan içeriğe yoğunlaşmanız efenim.

Sevgili İzmitli arkadaşım, bana ulaşıp Aynur'un kim olduğu ve çıplak "möme"lerinin anlam ve önemini iki cümleyle açıklarsan minnettar olurum. Meme bile değil, "möme" ararken benim bloga ulaşmışsın ayıp lan!

Cantonic'in "tasarımhane"sini ararken bana ulaşan insanların varlığı beni işkillendirmiyor değil hani. Ben kim tasarım kim? Hele Lilith ve Lucifer'i söylemiyorum bile.

Derdinin dermanını doğru  yerde aramışsın Muğlalı dindar kardeşim. Tam adamına sordun, tam!

Sen kalk, taa İzlandalar'dan anne terliğiyle ilgili araştırma yap. Çocuklukta maruz kalınan şiddet dünyanın her yerinde aynı dostlar!

Bu aramadan bir bok anlamadım ve işin garibi "Edme Andmy Grl Friend Atonce"un ne olduğunu araştırasım dahi yok, o kadar söylüyorum. Ama İzmirli arkadaşı da gayretinden dolayı tebrik ediyorum...

Bu da demek oluyor ki zırlamak, ağlamanın bir level üstü. Teşekkürler İstanbullu genç. (genç olduğunu varsayıyorum, hatta belki liseli)

Azerice'ye kurban olurum ya! Kendi dilinde kış modasını ararken beni bulmuş, o da onun talihsizliği işte (nasıl başardı hiç bilmiyorum).

Ben de böyle kelime oyunları yapayım istiyorum. "Dindar surprise" yazayım mesela, altına seksi iç çamaşırı giymiş çarşaflı kadın resimleri çıksın. Ya da çıkmasın lan, düşünürken bile hayattan soğudum...

Bu garibim de Tutak'a yeni atanmıştı zaar, ora ile ilgili ne var ne yoksa öğrenmek isteyip Tutak'tan en çok bahseden blogu bulmuş, aferin! Faydalı oldum mu bari balım?

Bulgaristan'a 90lar modası yeni uğradığı için bu tarz aramalar yapmaları normal tabi, yadırgadığım o değil de, Serdar Ortaç diyip beni bulmasına kıl oldum!

Cevabı muhtemelen blogda bulamamışsındır Antalyalı dost ama ben sana söyliyim, I. Elizabeth İngiltere tahtında idi 1560lı yıllarda.

Vay anam, gotizme yeni adım attıysa bu arkadaş demek ki... Ama Mersin'e her giden ilk yıllarını gotik olarak geçirir. Silvana iyi bilir ;)

"Bjk+Orwell" ve arada anlamlandıramadığım bir sözcük daha. Ne demiş olabilir ki acep bu ademoğlu? Bjk'de Orwell soyisimli futbolcu da yok bildiğim kadarıyla, gerçi bilmiyor da olabilirim, net konuşmiyim...

İzmitli burada tayyip'e seslenmiş, ama yankısı beni bulmuş. Zaten bu kadar anlamsız bir sözcük öbeği ancak Tayyip Erdoğan'a hitaben bir araya getirilebilirdi, bravo!

 Defter kağıtları siyah beyaz olur da duygu içerenine hiç rastlamadım, sen ona duygu katmadıkça tabi...

Kıyamam ya! Ben de beceremiyordum o işi, düzleştiricisi olsun, maşası olsun imdadıma koştular çok şükür. (bunu yazıp beni nasıl buldun lan?)

Nefret, hüzün, mutsuzluk, karamsar, kin gibi kelimelerden yola çıkıp beni bulmayan yok şu memlekette. 

Hö? Yeni bi Güney Kore dizisi galiba...

Ya kırk yılın başı gözyaşı ile ilgili bir yazı yazdım, google'da gözyaşı diye aratan beni buluyor aq! Aha bu ergen de beni bulmuş, soyunuz tükensin işşşalla!

Holywitch beri bah, bu senden bahsediyor bence. Yoğsa "kadınlar günü" kısmı dışında benle alakalı bir durum yok bu aramada.

Bir güzel ilkbahar ayını daha devirdik dostlar, Mayıs ayında tekrar görüşmek dileğiyle, esen kalın...

Tuesday 24 April 2012

Boş geçmemek lazım


Öncelikle her birinize ayrı ayrı iyi geceler diliyorum canlar. Bu gece tematik olmayan, rastgele seçilmiş alelade konular içeren, mesaj kaygısı gütmeyen, gayet pespaye bir yazı yazmak için huzurlarınızda bulunmaktayım. Hazırsanız başlıyorum:

Step Up 2
* Geçenlerde, kendime, dibimden ayrılmayacak ve benle aynı ölçüde eğlenecek bir yaren bulamadığım için gidemediğim Halkevleri'nin 80. yıl konser etkinliğinin gerçekleştirildiği esnalarda evde oturmuş Step Up filmlerini izledim. Yıllardır izlemeyi planlayıp ertelediğim, boş içeriklerinden dolayı çok da ilgi duymadığım filmlerdi bunlar. Ama o gün kendimi biraz eğlendiremeye ihtiyacım vardı, yapacak daha önemli işlerim yoktu. Ana tema üç filmde de aynı, tarzlar aynı, konu neredeyse aynı, oyuncular farklı.

İlk film güzel, sokak dansçısı, yetenekli çocuğun sanat okuluna giriş serüvenini anlatıyor. Hikayeyi de dansları da sevdim açıkçası, güzel. İkinci filmde bu sefer yetenekli kızın sokaklardan sanat okuluna uzanan hikayesi anlatılıyor. Dansları ve müziği en çok hoşuma giden film buydu beğendim, güzel. Üçüncü film biraz zorlama olmuş, konu olarak ilk iki filmden uzaklaşılmış çok fazla zevk almadım, ama buradak esas çocuk feci güzel, onun yüzü suyu hürmetine izledim filmi, bende yalan yok.

Fakat beni uyuz eden  ikinci filmdeki esas kız (hani en çok ikinci filmi sevmiştim ya). Çok afedersiniz, spolier vermek gibi olmasın ama, dans hocası kıza açıyor klasik müziği "dinle ve yorumla" diyor. Bizim salak o müzikle break dans yapmaya çalışıyor ki akıllara ziyan hareketler ve müziğe zerre uygun değil. Halbüse filmde fevkalade yetenekli, aşşırı derecede yaratıcı olarak lanse ediliyor bu arkadaş. Olum bakın size işinizi öğretmek gibi olmasın, ben de süper dansçı, kareografi uzmanı değilim ama ben bile yetenek dediğinin ne olduğunu az çok bilirim. Madem ki bu kız korkunç yetenekli, o zaman her müziğe, her ritme ayak uyduracak beceriyi göstermesi lazım izleyiciye. Bir break dansla, bir hip-hopla olacak iş değil bu. Yeri geldiğinde balesini de yapacak, icabında çiftetelliye de kalkacak ki, seyirciden tam not alabilsin. Bak finaldeki dansla olayı bitirmişsiniz, bayıldım, ona lafım yok. Fakat o kızın hoca tarafından adam edilmiş halini; pisi pisiyle, taytla havada üçlü salto atan solo performansını da sunmalıydınız ki ikna olalım o kızın o okulda okumayı gerçekten hakettiğine.

* Hani dedim ya Halkevleri'nin 80. yıl etkinliğine gidemedim ve kendimi çerez gibi tek oturuşta tükenen gençlik filmlerine verdim; bu durumun öncesi, esnası ve sonrası bana arkadaşlık ilişkilerimi sorgulamam açısından pek bir yardımcı oldu aslında. Bazı insanlarla herhangi bir yere gidilmemesi, hatta bunun teklif dahi edilmemesi gerektiğini yaşayarak tecrübe ettim. Bu durum zaten aleni bir şekilde gözlerimin önünde duruyordu, lakin ben her nedense daha fazla ikna olmak için gayret ettim. Bu septik fikriyatımı hiç sevmiyorum. Bazen bazı şeyleri, kişileri olduğu gibi kabul etmek gerektiğini en başta yerleştiremiyorum zihnime. Samimiyetsizliğinden, kişiliksizliğinden, iki yüzlülüğünden şüphe ettiğin insanları "acaba lan..." diyerek sınamaya çalışma. Öyleyse öyledir işte, kurcalamaya ne gerek var?

Kafamda bazı durumların muhakemesini yaptıktan sonra gençler, sizinle eskisi kadar sohbet etmiyor, şakalarınıza gülmüyor, anlattıklarınızı çok fazla dinlemiyorsam bilin ki ortadaki karaktersizliğin farkına varmışımdır artık. Birbirimizi kandırmayalım lütfen, samimiyetsizliğimizi yersiz esprilerle örtmeye de çalışmazsak çok memnun olurum. Ne siz eskiyi geri getirebilirsiniz, ne de ben sizinle birlikte eskiye dönerim artık, zaten ne demiş büyüklerimiz "kanka ayağı g.t ayağı". Artık siz bu lafı ne tarafa çekerseniz o tarafa gitsin, benden bu kadar.

* Blogger da arayüz değiştirme modasına uyup sinir  bozucu bir görünüme bürünmüş. Bakın Herakleitos iyi adamdır, severim, sayarım, değişimin sürekliliği konusunda haklı da bulurum; fakat ben onun aksine, her şeye rağmen değişiklikten nefret ederim. Facebook'un "timeline" adındaki boktan uygulamasına geçmiş insan da değilim en nihayetinde. Twitter görünümünü değiştirdiğinde, çok sık kullanmıyor olmama rağmen en çok küfür edenlerdendim. Sevmiyorum arkadaş, değişiliği sevmiyorum! Tam öğreniyorum siteyi, neyin nerede olduğunu çözüyorum, pat yine bir değişiklik! Benim hamurumdaki en büyük ölçekli katkı maddesi istikrar. Dünya üzerinde benim gibi insanların sayısı fazla değil biliyorum, ama değişiklik söz konusu olduğunda benim gibilerin de göz önünde bulundurulması taraftarıyım. Nokta!

* Allahım ne boş bir yazı oldu, son olarak twitter aşkımdan da bahsedeyim tam olsun. Bu insan evladı hakkında hala yeterince bilgi toplayabilmiş değilim ama ünlü olduğuna iyice ikna oldum. Benim takipçilerim haftada birer birer artarken bununkiler her göz atışımda (ve bu bir hayli sık aralıklarla olagelen bir eylem) biner biner artıyor! Ben böyle selebritilik görmedim arkadaş! Ne yapsam, dm mi atsam? "Hele bir anlat bakalım, kimlerdensin delüğanlu?" mu desem? 

Püfff, sanal alem hiç bana göre değil aslında ama bir şekilde alıştık, alıştırıldık bu saçmalıklara. Ben bahçede, demiryolunun devasa ışığı altında oturup çekirdeğini çitlerken bir yandan kitap okuyup, bir yandan cır cır böceklerini dinleyen bir insandım eskiden. Peki şimdi nedir, kimdir beni böyle eden?

Tuesday 10 April 2012

Bir tümörüm olsa adını Beşiktaş koyardım

(Olası tümörüme vereceğim isim için aklımda bir kaç seçenek daha vardı ama tercihimi BJK'den yana kullandım. Zira tüm sıkıntılar geçip gidiyor fakat o hep benimle, nah şuramda -sol üstten üçüncü kaburgasını gösterir-)

Şu yazıyı yazmayı ne zamandır planlıyorum, ama hadi dedim şu maç da geçsin ondan sonra. Baktım o maç da fıs çıktı, o zaman bu da geçsin de iyi sonuç alamazsak o zaman itin g.tüne sokarım Beşiktaş'ı dedim. Yine de kıyamadım gözümün nuruna Allah kahretsin!

Sonra Braga maçı geldi, içimin yağlarını eritti ama o kadar işte, devamı yok, gelmiyor! Beşiktaş'ın, ara sıra ağzımıza bir parmak bal çalmaktan daha iyi yaptığı bir şey varsa o da taraftarını kanser etmek.

Ekim 2011'de oynanan BJK-D.Kiev maçı sonrası
futbolcularımızdaki moral bozukluğu
Ben böyle durumlarda BJK maçlarını, BJK ile ilgili tüm haberleri, dedikoduları vs. takip etmeyi bırakıyor, takımımın ruhumda sebep olduğu yıkımı bu şekilde onarmaya çalışıyorum. Sonra takımda bir hareketlenme oluyor, Çarşı grubunda ayaklanmalar oluyor ve hoooop! ben yine kendimi BJK ile ilgili olumlu-olumsuz her şeyi takip ederken buluyorum.

Tam, yine böyle bir rölanti dönemimdeyken, takımın Yıldırım Demirören illetinden kurtulması da azıcık içimi rahatlatmışken öğrendim ki teknik direktör Bernd Schuster gitmiş, yerine Tayfur Havutçu gelmiş. "Vay anam!" diyip kendimi alkole verdim, ama ne çare!

Ha futboldan çok anladığımdan, ya da Tayfur Havutçu'yu yakinen tanıdığmdan değil ama, örümcek hislerim bana bu durumun, pek de takım yararına olmayacağını söylüyordu. Hala da söylüyor. Durup durup sıcak sıcak üfleyerek fısıldıyor it oğlu it!

Beşiktaş hakkında yazmak istediğim birçok yaratıcı küfür var dilimin ucunda (şu durumda parmaklarımın ucunda elbette) ama içim el vermiyor. İnsan hem en çok sevdiğine küsüyor, hem de en çok ona kıyamıyor ne yazık ki. Ama alttaki tabloyu gözler önüne sermemeyi yeğleyecek kadar merhametli bir insan olmayı öğrenemedim henüz...


2011-2012 BJK MAÇ SONUÇLARI