Sunday 19 February 2012

Mutluluğunu koşullara bağlamıyorsan mutlusun

Bugün, fonda çalan Johann Sebastian Bach eşliğinde kitap okuyup, siyah-beyaz armut koltuğumun üzerinde, bir elimle turuncu smiley yastığıma sıkı sıkı sarılırken uyuya kaldıktan sonra farkettim aslında ne kadar huzulu olduğumu.

İnsan kendi hayatını gözünde ne kadar büyütüyor dedim içimden, sol omzum hafiften uyuşmuş vaziyette uyandığımda. Fonda hala Bach vardı. En son bıraktığımda Perlude çalarken, şimdi daha keman yoğunluklu, ismini hatırlamadığım bir parça çalıyordu. Demek ki çok da uzun uyumamıştım, en fazla 5-6 parçalık. Uyku mahmuru bir halde, lenslerim hafif bulanıklaşmış bir şekilde etrafıma baktım. Kendimi mutlu etmek için aldığım komik aksesuarlarımı daha net görebilmek için gözlerimi kırpıştırıp lenslerimi düzelttim.

Bugun Pazar olduğu için mi huzurluydum, yoksa huzurlu olduğum için mi Pazar diye düşünüp güldüm, çünkü genelde aklıma böyle şeyler gelmez, ancak bir Candan Erçetin şarkısından duyarım bu tarz optimist cümleleri. Evden dışarı adımımı atmadığım nadir günlerden biriydi ya, belki ondandır neşem, hani iyice dinlendim ya. Her Pazar gününü, sırf ertesi gün Pazartesi olduğu için kendime zehir etmek gibi alışkanlıklarım da vardır çünkü.

İnsan gerçekten kendi hayatını gözünde ne kadar büyütüyor. Hangimize sorsanız, en zor meslek bizimkidir. En sıkıcı hayat bizimkidir. En kötü durumlar bizim başımıza gelir. En umutsuz aşkları biz yaşamış, en fazla aşk acısını biz çekmişizdir. En kötü yürekli insanlar bize denk gelmiş ve sonunda hayatımızı mahvedip gitmişlerdir.

Dünya böyle insanlarla dolu.

Bunlardan bir tanesi de benim sanırım. Sürekli bir şeylerden şikayet etme huyum da bunun göstergesi değil mi? Dünya benim gibi, hayatında hiçbir aksaklık olmadığı halde, başka insanların saçma sapan davranışlarını ciddiye alarak kendini yıpratan; gerçek, somut acılar çekenleri görmezden gelenlerin çoğunlukta olduğu bir pislik çukuru adeta. Şöyle geriye çekilip, kendi hayatımızı uzaktan izleme şansımız olsa, üzüldüklerimizin ne kadar anlamsız şeyler olduğunu mu düşünürüz; yoksa "evet en doğru olanı bu" diyip kendimize hak verir ve helak olmaya devam mı ederiz diye düşünmüyor değilim kimi zaman.

Sanırım en güzeli, hayatımızı uzaktan izliyormuşuz gibi davranıp, duygu ve düşüncelerimize ona göre yön vermek. Hatta keşke kendimizi, 20 yıl sonraki halimizin gözünden görebilsek. O zaman mutsuzluklarımız, kaygılarımız ne kadar anlamsızlaşır gözümüzde.

Gerçi benim gözümde şu an bile çok anlamsız; üzüldüğüm durumlar, kırıldığım insanlar, sinirimi bozan her şey ne kadar anlamsız. Asıl sorun bütün bu anlamsızlıkları hayatımın bir parçası haline benim getirmiş olmam. O sebeple hayatımdan çıkaramadığım şeyleri değiştirmeye, ya da onlara bakış açımı değiştirmeye çalışıyorum artık.

Bencillik yapmaya pek alışkın değilim ama gerçekten hiç kimse, hiçbir şey benden daha önemli değil. Ben, kendi küçük evrenimde siz varken de, yokken de mutlu olabiliyorum.

Mutluğun kaynağını insanlarda (hatta bazen tek bir insanda) aramanın mantıksız ve sonu olmayan bir labirente düşen farenin telaşına benzer bir sıkıntı olduğunu farketmem biraz zaman almış olabilir, ama belki de benim hayatımın en güzel günleri daha yeni başlıyordur. Belki de, kendime dert edindiğim şeyleri silmeye ve geçmişteki o sıkıntılı halime kahkahalarla gülmeye başlayacağım nokta budur.

Yaşamadan bilemem elbette. Ama isyan etmenin, hayıflanmanın, şikayet etmenin kendimden başka kimseyi yıpratmadığını biliyorum. Sıkıntılara engel olamıyorum belki ama onları kendimden uzak bir mesafede muhafaza etmeyi öğreniyorum. Hem de bu sefer Prozac'a ihtiyaç bile duymadan...

Evet, sanırım artık büyüdüm.

Not: sevgili Marchen bana, "yazdıkların hep senden bağımsız, daha güncel, duygulardan değil düşüncelerden ibaret..." demişti. Umarım bu yazıyla kendim kadar, ona da istediğini verebilmişimdir.