Wednesday 27 October 2010

Nöbetten türlü türlü notlar… (Vol. 1)

Daha önce anlatmadım sanırım ama bu yıl Tutak Anadolu Lisesi’ne görevlendirildim, lise öğrencileriyle çalışıyorum yani.

Liseli psikolojisi beni biraz endişelendiriyordu ama şu 1,5 ay içinde fark ettim ki onlarla çalışmanın da ayrı bir zevki varmış. Hele ki öğrenciler gerçekten belli amaçlar, hedefler doğrultusunda çalışınca daha da bir hevesle ders işliyor insan.



Anadolu Lisesi’nin bir de yurdu var ki evlere şenlik. Oradan da nasibimi alayım diye belli günlerde belletmen olarak nöbet tutuyorum kız öğrencilerin başında. Önce sıkılırım sanmıştım ama o bile hoşuma gitmeye başladı. Hatta dün öğrencilerin heyecan dolu dakikalarını izlerken pek bir eğlendim.

Efenim dün nöbetteyim, kızları etüde topladım ben de başlarında oturdum kitap okuyorum. Ara sıra da iki etüt odası arasında gezinip duruyorum. Bu gezinmelerden birinde camdan bahçeye bakasım geldi. Ne göreyim, bizim okulun idarecileri tam kadro yurda gelmiş. Olağan bir durum diyerekten fazla umursamadım etüde döndüm. Etüdü bitirip de öğrencileri akşam yemeğine çıkarırken onlardan önce yemekhaneye doğru yola çıktım. Erkek öğrenciler söylenerek yürüyorlardı, “Hayrdır?” dedim. “Hocam arama yaptılar, çay, şeker, ketıl (okunduğu gibi yazıyorum) ne varsa topladılar.” dediler.

Kızları yakaladım yolda, “Çabuk ketılları, çayları saklayın arama varmış.” dedim, hepsinin etekleri tutuştu. Kız tarafında bir panik havası, ne yapacaklarını şaşırdılar. O kadar üzgünler ki neredeyse ağlayacaklar. Bir tanesine odamın anahtarını verdim, “Alın benim odama saklayın.” dedim. Nerden bilirdim hepsinin benim odaya üşüşeceğini? J

Yemekte teşekkür eden kız yığınıyla dertleştikten sonra, ikinci etüt için kızları toparladım ve yoklama defteri almaya odama gittim. Bir baktım ki yatağın altı full market poşeti, full ketıl, demlik. Gülmekten alamadım kendimi. Hayır koridorlarda kamera var, müdürün aklına gelse de ekrandan kontrol etse gülmekten yerlere yatar eminim. Bir de belki benim başımı yakar, bilemiyorum.

Öğrencilerimden bir tanesi de şiir defterini ve günlüğünü saklamam için bana emanet etti, “Hocam bunu müdürün görmemesi lazım.” dedi, “Peki ben görebilir miyim?” dedim. “Siz görebilirsiniz, size serbest.” diyip güldü ve koşa koşa odasına gitti.

Neyse etüt vakti geçti, dinlenme saatine geldik hala idarecilerden tık yok. Bu saatten sonra arama filan yapmazlar diyip emanetleri sahiplerine teslim ettim. Öğrenciler mutlu mesut, her biri beni odasına çaya davet etti, aralarında seçim yapmakta zorlandım ama en sonunda ilk davet edenin kapısını çaldım. Yaklaşık 45 dk onlarla takıldıktan sonra aşağıdan çağırıldığım haberi geldi. Herkesin gözlerinde bir telaş, endişe… Ağır ağır indim merdivenlerden ve öğrencilerin gerginliği beni de gerdi o anda.


Aşağı indim ve gördüm ki erkek öğrenci tarafındaki belletmen öğretmenle çok sevdiğim iki öğrenci beni bekliyorlar. Bu öğrenciler, bir keresinde birlikte masa tenisi oynama sözü verdiğim öğrencilerdi. İdarecilerin gitmesini fırsat bilip masa tenisi oynamaya gelmişler. Bir yarım saat de onlarla masa tenisi oynadım ve sporu ne kadar özlediğimi fark ettim.

Bir dahaki nöbete, kendi raketimi ve pingpong topumu alıp gideceğim. Bu sefer de kıyasıya maç yapma sözü verdim öğrencilere.

Yeni bir nöbet macerasına kadar hoşçakalın canlar.

Öpüngen…

Saturday 23 October 2010

Yine eski ben olabilmek için çok mu geç


Eskiden de bunalıma girerdim, içim daralırdı, mutsuzluğum tavan yaptığında intiharı bile düşündüğüm zamanlar olmuştu (kısacık bir süre için). Ama hiç antidepresan kullanma gereği duymamıştım.

Hayatımda ilk kez kendimi telkin edemediğimi fark ettim. Hem de hiçbir sorunum yokken, geçen yıl yaşadığım olumsuzluklar da hayatımdan tamamen uzaklaşmışken…

Ergenliğimde bile kendimi bir şekilde telkin eder, bir takım uğraşlarda teselli bulur sıkıntımı unuturdum. Ama bu sefer iç huzura kavuşmak için uzandığım her dal kırıldı, elimde kaldı. Ben de, istemeye istemeye antidepresan kullanmaya karar verdim.

Çevreye, eşe dosta, hatta bir de doktor arkadaşa danışıp kendime en uygun ilacı seçmeye çalıştım ve Prozac’da karar kıldım.

Kullanmaya başladığım ilk 5 gün yan etkilerinden başka olumlu bir etkisini görmedim. Hatta o süreç içerisinde zaman zaman tutulduğum ağlama krizlerinden bile yaşadım. Fakat 5. günden sonra psikolojimde olumlu gelişmeler hissetmeye başladım. Zihnim adeta cam bir fanus içerisine alınmış gibiydi. Beni üzen, bana sıkıntı veren tüm düşünceler o cam fanusa çarpıp geri gidiyordu. Bu hissi o kadar sevdim ki ilacın yan etkileri bile gözüme iyi görünmeye başladı. Mide bulantısı, anlık unutkanlıklar, uzun dalgınlıklar ve en kötüsü de aşırı iştahsızlık. Zaten kilo almaktan yoksun olan bedenim hızla kilo vermeye başladı.

İlacı kullanmaya devam ediyorum, fakat beni anorektik yapmasından korkuyorum. Ayrıca etkisini görmeye başladığımdan beri gözümden bir damla yaş akmadı. Normalde kitaplara, filmlere bile kolayca ağlayan ben, kendimi zorlamama rağmen gözümden bir damla yaş akıtamıyorum. Sanki hislerim ölmüş gibi hissediyorum, üzülemiyorum bile çünkü.

Evet bu ilaçtan korkuyorum, ama onu bıraktığımda eski, sefil ruh halime dönmekten de korkuyorum. Ne kendim çekebiliyorum kendimi, ne de çevremdekiler. Gerginliğimi öğrencilerime bile yansıttığım günlere, sınıfta korku dolu bir atmosfer yarattığım saatlere dönmek istemiyorum.

Ama evet özlüyorum ağlayabildiğim günleri, sıkıntılarımdan, kendimi telkin ederek kurtulduğum dönemleri… Ve küçücükken bile sahip olduğum o gücü artık kendimde bulamıyorum. Hayata tutunmamı sağlayan şeyin minnacık bir hap olduğunu söylemekten utanıyorum…

Yeniden kendime dönebilmem ümidiyle, hem de saha sağlıklı bir şekilde…

Monday 11 October 2010

Buralardan bir Charles Bukowski geçti

İlk okuduğum kitabı Kadınlar olmamalıydı diyorum kendi kendime.

Çok bahsediliyordu adından, sanal alemde ona ait sözleri kullanarak felsefe yapıyordu genç beyinler. Bulunduğum bir iki ortamda da bahsi geçince, “ehhh!” dedim, “kimmiş la bu bukowski? meziyetleri neymiş?” diyip kitaplarını incelemeye koyuldum.

Tahmin edileceği üzere gözüme ilk çarpan Kadınlar oldu. Aldım, okudum, beğenmedim. Bu kitabı yazarken neyi amaçladığını bile anlamadım tam olarak. Romanda tasvir ettiği adam (Henry Chinaski – ki bu ismi tam beş romanında daha kullanmış) fiziksel açıdan kendisiyle birebir örtüşüyor gördüğüm kadarıyla ve şayet onun hayatı da bu karakterin hayatı gibiyse bu roman okuduğum ilk ve son Bukowski romanıdır, kesin kararım budur dostlar. Adam her romanında bu içi boş yaşam tarzını tanıtacaksa okumamayı yeğlerim. Zira Kadınlar romanıyla, bu insan benim de hayatımdan 3 gün çaldı.

Arada hayata dair birkaç güzel cümle de okumadım değil, ve karakterin vicdanının ince yansımalarına da rastladım sık sık… Fakat şimdi sorsanız, aklında Henry Chinaski’nin yaşamına dair ne kaldı diye, söyleyeceklerim mide bulandırıcı +18 sahneler içerir.


Bundan sonra en fazla Charles Bukowski şiirleri okurum gibi geliyor bana. En azından Kadınlar’ın kötü etkisinden kurtulana kadar Charles Bukowski’ye ait özlü sözleri filan okurum. Herhalde… Ne bileyim…

Wednesday 6 October 2010

İddia ediyorum facebook’taki fotoğraf albümleri arasında “bennnn” başlıklı albümü bulunan, en az 100.000 kız bulabilirim!

Şimdi kızlar bana kızacak biliyorum ama, aylar önce, aylak aylak takılırken yaptığım bu tespiti artık içimde tutamayacağım.

Efenim malumunuz yaşadığım yerdeki şartlardan dolayı kendimi verebileceğim, enerjimi kanalize edebileceğim sosyal bir platform, spor faaliyeti, kültürel etkinlik bulamıyorum. Bundandır ki abanıyorum internete, kitaba, müziğe, tv’ye. İnternet diğerlerine göre daha fazla duyu organına hitap ettiği için ister istemez büyük bir yer kaplıyor hayatımda.

Öyle manyakçasına teknoloji meraklısı olmadığım için de internet ortamında yaptığım tek şey paylaşım sitelerinde fink atarak, tanıdıklarımın hayatında neler olup bittiğini izlemek. Fotoğraf albümleri, paylaşılan videolar, yazılan notlar vs. ise yaşam tarzları için belirleyici nitelik taşıyor.

Fotoğraf albümlerinin isimleri özellikle dikkatimi çekiyor. Başlık ve içeriğin birbirini tamamlayıp tamamlamadığına mutlaka bakıyorum (yani düşün, sosyal hayatım o kadar renksiz ki bu tarz saçmalıklara tutunarak ruh sağlığımı korumaya çalışıyorum). Çok yaratıcı albüm isimleri ve eğlenceli resimlerin yanı sıra, vasat isimler ve sıkıcı resimler de görüyorum çoğu zaman. Ve hemcinslerimin genelinde bir benzerlik dikkatimi çekiyor. Artık siz buna narsizm mi dersiniz, egoizm mi dersiniz bilemem; ama bu dişicanlar “bennn” diye albüm oluşturup, sırf kendilerinin çeşitli açılardan çekilmiş fotoğraflarını paylaşmaktan büyük haz alıyorlar.

Kendini çok beğenirsin, çok fotojeniksindir de “cümle alem güzelliğimi görsün, bana imrensin” diyerekten fotoğraf paylaşırsın da, o “bennnn” ne oluyor? O nasıl büyük bir coşkudur ki, sondaki “n” harfine vurgu yaparken kendinden geçiyorsun ey insan evladı?!



Aynı cinsiyeti paylaştığım insanlara çoğu zaman şaşkınlık içerisinde bakarım, yaptıklarına anlam veremediğim dönemler olur o ayrı konu da; bu “bennn” mantığına çok takılıyorum şu sıra. Sadece “ben” yazınca yeterince dikkat çekmiyor mu? Ya da “ay bakın fotoğraflarımdaki perspektifle, simetriyle nasıl da gurur duyuyorum, nasıl da mutluyum…” düşüncesinin bir yansıması mı, o huşu içinde ağızdan çıkıp yazıya dökülen “bennn”? Ne olur bana tatmin edici bir cevap verin, çünkü bıktım artık gecenin bir yarısı, “bennn” diye çığlık atarak uyanıp, yataktan fırlamaktan.

Belki de içten içe kıskanıyorumdur o tarifsiz özgüveni kim bilir? Ben kendi iç hesaplaşmamı hallederken siz de şu “bennn” klişesini düşünün kurban olayım.

Herkes kendi iç dünyasına bi dönsün artık yahu!

Sunday 3 October 2010

Yıllar Ergenliği Alır Halet-i Ruhiyesi Baki Kalır




Bilirsiniz ki işim gereği zamanımın büyük bir kısmını 10-18 yaş arası insanlarla (ergen) geçiriyorum. Onların yaşantısını; hayata, olaylara bakış açılarını gözlemlemek için bolca vaktim oluyor. Ergen benmerkezciliği olsun, isyankar-asi ruh hezeyanları olsun hep gözümün önünde yaşanan sıradan şeyler halini aldı benim için.

Mesleğe adım atışımın ilk iki yılını daha çok ilköğretim öğrencileriyle geçirip onları gözlerken, “ulan biz de aynı böyle espriler yapardık”, “ahanda aynı benim küçüklüğüm, öğretmenim olsam kendime katlanamazdım” gibi acı gerçeklerle de yüzleştiğim olmuştu. Öğretmenlikte üçüncü yılıma liseli gençler eşliğinde adım atarken (tabii ki ücretli öğretmenlik dönemini de sayıyorum) açığa çıkan yeni acı gerçekleri hiç saymıyorum bile.


Fakat ben neyin farkına vardım bilir misiniz dostlar? Hani yazın dolapları kurcalarken bulduğum eski günlüklerimi seremoni eşliğinde yakmıştım ya… İşte aynı günler içerisinde sınırlı sayıdaki 6, 7, 8. sınıf fotoğrafıma rastladım. Hepsi ayrı ayrı birer felaketmiş meğersem. Neyse ki o zamanlar elimde her gördüğüm saçmalığı çatur çutur ölümsüzleştirme cesareti gösterebileceğim bir fotoğraf makinem yokmuş.

Hayır, bendeki fotojeni bozukluğunda herhangi bir değişim olmadı son bilmem kaç yüz yılda ama şimdi en azından poz verebilme yetisi kazandım az da olsa. O zamanlar o da yokmuş; “ay bunda çok iğrenç çıkmışım, sil bunu bi tane daa çek!” diyebileceğim dijital fotoğraf makineleri de… Ayrıca o dönem saçlarımı (uzundular) tepeden sımsıkı (Serpil Çakmaklı modeli) toplayıp bütün suratımı yukarı çektirmek gibi bir huyum varmış. Daha doğrusu vardı, hatırlıyorum. Saçlarımı gevşek toplamaktan hiç haz etmezdim, rahat edemezdim zaten.


Serpil Çakmaklı saç modeli (temsili)
                               


Fakat arkadaş bir insan evladı da çıkıp, “Lacry sen perçem kestir de yüzünün diğer bölümleriyle çok da orantılı olmayan alnın bir nebze olsun kapanıversin.” dememiş o zamanlar bana. Peki saçları sımsıkı toplayıp gözleri çektirmek neyin nesidir? Zaten yeterince “uzak doğulu” benzetmelerine maruz kalmıyormuşum gibi.

Neyse işte ben o fotoğrafları bulduktan ve şoka uğradıktan sonra günlüklerim için planladığım yok etme törenine onları da dahil etmeye karar verdim. Çünkü onlar cidden hunharca yok edilmeyi hak ediyordu, hem de yakılarak yok edilmeyi (Sivas’da çok ünlüdür yakarak yok etme törenleri). Günlüklerim bile o kadar masum, o kadar eğlenceliyken, her okuduğumda yüzümde enteresan mimiklere sebep olabilirlerken acımasızca katledilebiliyordu. Bu fotoğraflar ise alenen suçluydu ve suçları cezasız kalmamalıydı.

Ben onları “yakılacaklar” diye kenara ayırırken annem de beni izliyordu. Ve keşke onun yanında, “Bu resimleri bi daha görmek istemiyorum, hayatımdan da, bu evden de, hafızamdan da silinmeli!!!” diye histeri içerisinde kükremeseydim. Zira bir anlık boşluğumdan yararlanıp fotoğrafları kaşla göz arasında meçhule göndermeyi başarmıştı.

Kim bilir o, her karesi beni dehşete düşüren “ergen Lacrymosa” profillerini bir daha ne zaman görebileceğim? Daha da kötüsü onları benden başka bulan olacak mı? Bulan kişi beni tanıdığında ne tepki verecek? Tepkiden sonra yüzündeki ifadeyi görmeye ömrüm yetecek mi? O fotoğraflar kesin sebebim olacak yarabbelalemin! Ah be anne be!!! (Anneye “be” denmez ağzın burnun yamulur!)

Bu fotoğraf felaketiyle ilgili tek tesellim o dönem benle aynı kadrajı paylaşan herkeste bir tuhaflık, bir yamukluk olması. İlköğretim ikinci kademe dönemi için kesinlikle kızların en çirkin gözüktüğü dönem olduğunu düşünürdüm (Gözlemlerime dayanarak). Ama keşke bana bir kıyak yapılıverseymiş ne güzel olurmuş… (Olmaz mıymış? Peki.)

Erkekler için ise en korkunç dönem lise zamanları, ben bunu bilir bunu söylerim. Yakında bununla ilgili de bir şeyler yazar mıyım bilmiyorum. Şimdilik öyle bir planım yok.

Öpücükler...