Thursday 30 September 2010

Kadınsal benzetmeleri hakaret olarak kullanan/algılayan erkekler toplanın hele bir şey anlatıcam

Sevgili canlar, malum bir erkeğin diğerine hakaret etmek, ya da onu küçük düşürmek için kullandığı benzetmeler arasında dişilere ait özellikler önemli bir yer tutar. Akılları sıra kadınların ne kadar yeteneksiz, vasıfsız, aciz olduklarına vurgu yaparlar. Örneğin: kız gibi futbol oynamak, karı gibi ağlamak, kancık gibi kırıtmak bunlardan yalnızca bir kaçıdır.

Bu hakaretleri edenin ve hakarete maruz kalıp sinirlenenin zeka seviyesi arasındaki ilişki korelasyonel olarak +0,80 ile +0,90 arasında seyreder. Zeka seviyeleri arasında ilişkinin artı boyutlu olması ikisinin de geri zekalı olduğunu gösterir mi? Eğer yukarıdaki önermeleri sık sık kullanıyorlarsa evet. Bu bireylerin kültürel seviyesi zekalarından daha da vahimdir. Zira kültürel farkındalık çevrenin etkisiyle şekillendiğinden, etraflarında kendilerine benzeyen (korelasyonel açıdan -anladın sen onu-) bir çok insan barındırıyorlar demektir.

Ben derim ki hiç bulaşmayınız sevgili dostlarım, eğer kendinizi "o" gruba ait hissetmiyorsanız hiç etkileşime girmeyiniz. Zira ne demiş Lev Vygotsky, "Zeka gelişimi kişisel yapının çevre ile etkileşimiyle yön alır ve buna göre şekillenir." (Eğitim Bilimleri mode on)

Wednesday 29 September 2010

Küçük Sırlar’daki Burak Özçivit Faktörü

Gün geçmiyor ki yeni bir yakışıklı keşfetmeyelim… Gerçi Burak Özçivit yeni sayılmaz, ekranlarda 5-6 sendir arz ı endam ediyor, gözlerimizi şenlendiriyor sağolsun.

Keşfetmek konusuna açıklık getirecek olursam, zat ı alileri geçen sene Muğla menşeili bir taşra dizisinde oynarken yeterince çekici görünmüyordu gözümüze zira; malum dizide (Baba Ocağı olması lazım) “rolünün adamı” olamamıştı. Şimdilerde ise Küçük Sırlar’da rolü üzerine cuk oturmuş görünüyor. Hatta benim gözümde o kolpa diziyi izlenebilir kılan yegane varlık kendisi. Sinem Kobal’ın tıslayarak konuşmasına, mimiksiz yüzüne ve manasız bakışlarına sırf onun için tahammül ediyorum bile diyebilirim.

Tamam abarttım, İpek Karapınar (Arzu) ve Merve Boluğur’un (Ayşegül) oyunculukları da diğerleri arasından sıyrılıp dizinin izlenebilitesini yükseltmiyor değil hani.


Ne diyordum? Hah, Burak Özçivit!

Ama söyleyeceklerimi unuttum, sadece ismine yoğunlaştım şimdi, bir de kafamda dönüp duran, sinsice sırıtan cismine…

Tuesday 28 September 2010

Dönemsel/Yöresel Sıkıntılar


2010-2011 eğitim-öğretim yılının ikinci haftasını devirirken fark ettim ki benim için zoraki kabullenişlerin sonu henüz gelmemiş. Tutak’ta yaşama zorunluluğunu bir türlü hazmedemiyorum. İkinci yılıma girerken artık kabullenmiş olurum bu durumu diyordum, biraz daha zaman diyordum ama görünen o ki yapamıyorum.   

Çevremde nereye, ne şekilde olursa olsun atanmaya razı geniş bir öğretmen güruhu barındırıyorum, dertlerini dinliyorum, sıkıntılarını gözlerimle görüyorum ve sonra şu anlaşılmaz ruh halimden utanıyorum. Benden çok daha şanssız meslektaşlarıma karşı mahçup hissediyorum kendimi. Fakat hiçbir mahçubiyet, hiçbir suçluluk duygusu, şanslı olduğumu hissettirmiyor bana. Aksine, “Bu insanlar yıllarca bunun için mi okudular? Çektikleri sıkıntılara değdi mi şimdi?” diye düşünürken bir yandan da, “Ben sırf ülkenin diğer ucuna gidebilmek için mi heba ettim bir senemi? Belki de hayatımın en mutlu senesi olacaktı kim bilir ve ben onu bir ideal uğruna harcayıverdim. Girdiğim bunalımlar da cabası!” demekten alamıyorum kendimi.

Buraya geldiğim ilk iki ay ilginç bir keşif dönemiydi benim için. Sıkıntılarımdan kurtulduğumu, artık iç huzura kavuşabileceğimi düşünüyordum. Tanıştığım her yeni insan yeni bir hikaye, yeni bir dünya idi benim için. Benim gibilerin hayatlarında bile böyle dönemler olabiliyor bazen, fakat bu dönemlerin süresi çevresel faktörlerin etkisiyle uzayıp kısalabiliyor.

Hani yeni insanlar, yeni hikayeler falan diyordum ya, işte o insanları iyice tanıyıp içselleştirdikten sonra benim için keşif dönemi bitmiş oldu. Zarar görmemek için kendi kabuğumda, izole edilmiş ortamda yaşamam gerektiğinin farkına vardım. Kişisel hassasiyetimin kişiliksiz insanlara katlanacak kadar katılaşmadığını öğrendim. Hani İnci Aral “Sadakat” adlı kitabında diyor ya, “Sadakatin yalnızca iyimserlik ve umuttan ibaret olduğunu böyle, kanatlarım ateşe tutularak öğrendim.” Benim yaşadıklarımın romandaki konuyla uzaktan yakından alakası olmasa da (tahtaya vurayım), buna benzer duygular yaşattı bana…

“Özlemek” olgusunu ilk defa bu kadar derinden hissediyorum. Çünkü önceleri sevdiklerimden uzak olduğumu sandığım zamanlar aslında o kadar da uzak değilmişim. (bu cümleyi öğelerine ayırınız zira ben hiçbir şey anlamadım) Her sıkıldığımda kaçıp gitme şansım vardı o zamanlar, fakat buradayken uzaklar çok daha uzak, bunalımlar çok daha derin oluyor. Hele ki bana destek olacağına köstek olan bir sürü insan varken çevremde. Bir yandan yaşadıklarım bendeki mücadeleci potansiyeli ortaya çıkardı diyorum, iyi tarafından bakmaya çalışıyorum olmuyor, ne tarafından tutarsam tutayım, umutlarım elimde kalıveriyor.

Önce okuldaki diğer birkaç öğretmenle yapılan kavga ve akabinde çenelerini kapamak için tüm sorumluluğu devralmak; Milli Eğitim’dekilerle edilen münakaşalar ki ben bunların tesadüfi olduğunu düşünmüyorum. En tutucu öğretmen bile hazmetmekte zorlanır imamın kolayca öğretmene, hatta milli eğitim müdürüne evrilmesini. Son olarak okulun servisçisiyle girişilen büyük savaşın mahkeme koridorlarında devam etmesi… Ahlaksızlığa göz yummamanın, ortak olmamanın cezasını kendini aklamak için çırpınarak çekmek. Hem de kime karşı? Bir avuç haysiyet yoksunu homo sapiense karşı; soyları bir türlü tükenmek bilmeyen…


Şimdilik sadece sabırla gün sayıyorum, saydıkça azalacağına çoğalıyormuş gibi görünüyor ama yılmamayı öğrendim. Bir gün özlediğim topraklara, özlediğim insanların yanına tekrar döneceğimi biliyorum çünkü. Yepyeni sıkıntılar beni bekliyor olacak orada belki, ama en azından diyorum kendi kendime, en azından derdimi paylaşmak için boynuna sımsıkı sarılabileceğim birilerini bulmakta zorlanmayacağım.

Tek korkum geç kalmak… 

Sunday 26 September 2010

YENİDEN YAZMALIYIM DEDİM VE GELDİM

Yazmayı özlemişim. Yaşadıklarımı ya da gördüklerimi kronolojik olarak kaydetme alışkanlığımdan koptuğumu düşünüyordum ama meğer kopamamışım. Yaz tatilinde, üniversiteden kalma kitaplarımın işe yarayacak olanlarını, severek üzerinde çalıştıklarımı diğerlerinin arasından ayıklarken bulduğum eğreti sayfalara karalanmış birkaç notu, şiiri, kendimce uydurduğum sözleri görünce fark ettim bunu.

Sonra tüm ergenliğimi kayıt altına aldığım günlüklerim geldi aklıma. Hemen onları saklı oldukları yerden çıkardım. Şöyle bir göz attım ve beni mutlu eden, üzen, korkutan tüm anılarım gözümün önüne geldi. Kocaman kocaman 5 tane defter… Allı pullu, güllü dallı sayfalardan alelade ajanda sayfalarına geçiş evreleri. O zamanlar da bayılırmışım uzun ve ayrıntılı yazmaya, noktalama işaretlerine dikkat eder, yaptığım her yazım hatası için kenara ufak bir not düşermişim doğrusunu unutmamak için. O zamandan bu zamana düşüncelerim ve zevklerim belki milyon kez değişmiş, lakin değişmeyen tek şey, çoğu insanın çözümlemekte zorlandığı, çivi yazısı ve hiyeroglif karışımı el yazım. O zamanlar da harfler, Orhun kitabelerindeki alfabe yapısı gibi sirayet ediyormuş kafamda demek ki. Atalarımın Orta Asya’dan göçtüğünün en büyük kanıtı…

Bir süre göz gezdirdikten sonra okuduklarımın artık birer anı olarak sadece hafızamda kalmasını istediğime karar verdim. Geçmişte yaşadıklarımı tekrar tekrar hatırlayarak mutlu olmanın, üzülmenin; ruh halime onlara göre şekil vermenin bir anlamı yok diye düşündüm. Hayatıma “Notebook” filmindeki gibi, sabırla bana geçmişimi hatırlatmaya çalışacak birinin girme garantisi de yokken o günlükler sadece birer selüloz yığını olarak yer edecekti yaşadığım ortamda. Benden başka birilerinin de okumasını isteyip istemeyeceğimden emin değilken hem de. Ben onları geçmişte bırakmaya çalışırken birilerinin canlandırmaya çalışmasını hazmedemeyebilirim çünkü. Benim çocukluğum o, benim gençliğim, benim hayatım… İyisiyle kötüsüyle bana ait, başka hiç kimseye değil. Üzerinde söz hakkına sahip olduğum çok az şeyden biri.

Ayrıca bendeki fil hafızasının olağanüstü bir durum dışında yok olmayacağını iyice öğrendim onları okurken. Yazdığım her olayı, her duyguyu, her düşünceyi ana hatlarıyla zaten hatırlıyorum. Önemsiz ayrıntıların zihnimde yer etmesinin çok da gerekli olmadığı fikrini benimsedim. Netekim hayatımın 12-18 yaş evresini kapsayan bu güzide defterleri artık sonsuzluğa uğurlamanın vaktinin geldiğine karar verdim.

Zaten tadilat nedeniyle iyice çığrından çıkmış olan bahçemizde bulduğum eski bir tenekenin içerisinde doldurdum defterleri. Sayfalarına dokunmadım bile, en azından o kadar saygıyı hak ediyordu bir zamanlar sırdaş olarak adlettiğim, her birine farklı isimler verdiğim günlüklerim.

Ne diyordum, defterleri tenekenin içine güzelce yerleştirip üzerlerine kibriti çaktım. Onlar yanarken izlemek nedense hiç içimi burkmadı. Hani birkaç sene önce yapmış olsam aynı şeyi, hüngür hüngür ağlardım herhalde. Hayatımın en ilginç, en tutarsız, en hareketli ve belki de en hararetli 6 yılını yakarken hiç pişmanlık duymadım. Yazdıklarım olmadan da hissedebilirim o yılların yoğunluğunu; onları okumadan da gülümseyebilirim ergen saçmalamalarıma. Beni o yıllara bağlayan o defterler olmamalı…

İyice yanıp kül olana kadar izledim defterlerimi. Küllerin bir kısmını avuçlarımla tren yoluna savurdum, anılarımın özünü oluşturan, her bir metrekaresinde benim için farklı bir yaşanmışlığı barındıran tren yoluna… Hiç pişmanlık duymadım, onlar olmasa da ben hala her şeyimle varım…

Peki 18 yaşından sonraki 6 yıl boyunca yazma hevesimi nasıl mı tatmin ettim? Dediğim gibi önce sayfalara karalanmış bir takım notlarla, şiirlerle idare ettim. Daha sonra internetteki forumlarla, sözlüklerle tanıştım. Şimdi de buraya yazıyorum, uzun süredir tasarladığım bir şeyi hayata geçiriyorum bugün. Sıkılana kadar buralardayım. Yazdıklarımı sadece kendim okumak istediğim döneme kadar devam etmek niyetindeyim.

Haydi hayırlısı…